Liberalizm bir yönüyle siyasete ve demokrasiye güvensizlikle bakan bir ideolojidir. Tarihte bu bakışı haklı çıkaracak çok fazla örnek var. Özellikle 2. Dünya Savaşı öncesinde halkların Nazizm, faşizm gibi büyük krizlere neden olan ideolojileri iktidara getirmesi, başta hukuk olmak üzere sosyal bilimlerin hepsinde bir dönüm noktası oldu ve tüm bu teoriler, kendilerini kitlelerin güvensizlik duygusu üzerinden yeniden tanımladı.
Liberalizmin bu güvensizlik duygusu çok haklı gibi görünmektedir. Ancak bu haklılığın en büyük nedeni, liberalizmin insanlara ancak sistemi yıkacak derecede radikalleştiklerinde kulak vermesidir. 2. Dünya Savaşı sona erdiğinde yaşananların nedenleri tüm bilimsel alanlarda didik didik incelemeye tabi tutuldu. Halkların bu denli radikalleşmesinin arkasındaki ekonomik ve politik krizler tespit edildi. Ancak liberalizmin bunlara karşı sunduğu tek çözüm, halkların iradelerini daha da sınırlandırmak oldu. Bu sınırlamalar da hak ve özgürlükler, mahkemeler, “bağımsız” kuruluşlar araçsallaştırılarak gerçekleştirildi. Radikalleşene kadar zaten tehdit arz etmeyen bu kitleler, radikalleştiklerinde de sistemi tehdit edemeyeceklerse sorun ortadan kalkıyordu. Liberal anayasacılığın, liberal insan hakları teorisi ve kurumlarının varlık ve meşruiyet kaynağı budur.
Daha önce bu platformda yazdığım “Yurdışına Göç ve Akp İktidarı” başlıklı yazımda Batıda ortaya çıkan yeni toplumsal yarıklarla ilgili literatürü özetlemiştim. Bu çalışmalarda, Avrupa’da kıta içi göçlerin artması ve daha yoksul Avrupa ülkelerinden insanların Almanya, İngiltere, Fransa, İsviçre gibi ülkelere göç etmesiyle beraber ortaya çıkan yeni toplumsal yarıklar ele alınıyor. Bu ayrımın kazanan tarafında iyi eğitimli, kalifiye, çok dilli “dünya vatandaşları” duruyorken; kaybedenler tarafında daha az eğitimli, geleneksel sektörlerde çalışan ve kendisini ulus sınırları içerisinde anlamlandıran (anlamlandırabilen veya anlamlandırmak zorunda olan) insanlar geliyor.
Bu insanlar; gelen göçmenler yüzünden işini, yükselen kiralar yüzünden evini, yoksul göçmenlerle aynı muhitlerde yaşadıkları için güvenlik hislerini kaybeden daha az eğitimli insanlardan oluşuyor. Küreselleşmenin bu denli sert olmadığı dönemlerde bu insanların çıkarları sosyal demokrat partilerle örtüşüyordu. Ancak bugün bu insanlar kendi problemlerinin anti-küreselleşmeci, göçmen karşıtı, ulusalcı sağ partilerde temsil edildiğini gördükleri için işçi kesimlerin sağ partilere yöneldiği bir durum ortaya çıktı.
Bu literatüre vakıf olanlar şu an yaşananları “mülteciler nargile kafe açtığı için Avrupa’da sağ yükseliyor” ezberiyle yorumlamayacaklardır. Bu yarıklar İslam dünyasından giden göçmenler sayıca çok değilken de oluşmaya başlamıştı. Avrupa’da Araplardan önce Polonyalılar, Romanyalılar, İtalyanlar benzer tartışmalara neden oluyordu.
Tartışmanın objesi tabii ki önemli, mültecilerin varlığının bu krizlerde payı yok denemez. Ancak gerçek sorun çözülmediği sürece düşmanlığın hedefi 60 yıl önce mülteci de olmayan Yahudiler, 40 yıl önce Almanya’da yaşayan Türkler, 15 yıl önce Polonyalılar, şimdi Suriyeliler, yarın ise bir başka grup olacaktır. Bugün tüm Müslüman göçmenler geri gönderilse bu sefer de Avrupalı yoksul göçmenler yeniden hedefe oturtulacak. Özetle, yeni sağın yapmaya çalıştığı gibi esas soruna odaklanmadan yan soruna odaklanmak gerçek bir çözüm sunmayacaktır. Ayrıca liberalizmin yaptığı gibi esas sorunu çözmeden göçmenleri savunmak da bir başka kaçıştan ibaret.
Bu krizin suçunu küreselleşmeye atmak da bana anlamlı gelmiyor, zira küreselleşme birilerinin tercihi değil. Küreselleşme bir vaka ve ulaşım ve iletişim teknolojilerinde yaşanan ilerlemeyi yok edecek bir olay yaşanmazsa dünya daha da küreselleşecek. Bu gerçeğin kendisine düşmanlık etmeyi anlayabilsem de suçlamayı anlamlı bulmuyorum. Bu su akmaya devam edecek ve suyu durdurması için destekleyeceğimiz iktidarlar ancak suyu bir süre tutabilecek kadar “güçlü“ olduklarında buna engel olabilirler. Bu da bizi daha içe kapanmacı, otoriter, anti-demokratik bir ulusçulukla baş başa bırakır. Bu yüzden asıl yapılması gereken, bu gerçeği kabullenirken gerçeğin bugünkü biçimine düşmanlık beslemektir.
Dünya 30-40 yıl önceye göre daha fazla refah içinde yaşıyor; açlık daha az, sağlığa erişim daha kolay. Konuta erişim haricinde (ki bu çok büyük bir küresel kriz), anne ve babalarımızdan daha iyi bir yaşam sürme imkanına sahibiz. Liberalizm bu verilere bakarak kendisini haklı çıkarabilir. Ancak bugünün eskiden daha iyi olması, bugünün bugünden çok daha iyi olabileceği gerçeğini değiştirmiyor.
İnsanlık inanılmaz bir zenginlik üretiyor olmasına rağmen bu zenginlikten insanların payına düşen kısım sürekli azalıyor. Bu sadece Türkiye‘de değil, refahın nispeten dengeli dağıtıldığı Almanya‘da da böyle, Fransa‘da da. Üstelik eskiden devletler siyasetin ana aktörüyken insanlar kısmen de olsa bir şeylere etki etme imkanına sahipti. Ama bugün başta ekonomi ve finans olmak üzere dünya o denli girift ilişkiler ağı içerisinde işliyor ki bırakın kişileri, devletler bile oyunun kurallarına uymaktan başka bir şey yapamaz hale geldi.
Bu oyunun kurallarını da hegemon devletler ile büyük şirketler belirliyor. Üstelik devletleri kontrol etmek için zar zor elde ettiğimiz demokrasi, anayasal haklar, siyasete etki etme mekanizmaları da küresel düzlemde tamamen etkisiz kalıyor. Bu yüzden insanlar; göremedikleri, dokunamadıkları, etki edemedikleri bu mekanizmanın kendilerini sıkıştırdığı köşeden görebildikleri düşmanlar seçip onları alt ederek kurtulabileceklerini düşünüyor. Bunun nispi bir rahatlama sağlayacağını inkar etmek kör taklidi yapmak olur, ancak kalıcı bir çözüm de sunmayacağını belirtmek gerekir.
Sonuç olarak akan ve akacak olan bu küreselleşme ırmağı, suyun başını tutanların (bunlar ister küresel sermaye olsun ister ulusal sermaye) çıkarlarını maksimize edecek şekilde değil, biz sıradan insanların faydasını koruyacak şekilde de akabilir. Bu yüzden halkları yalnızca radikalleştiklerinde değil, o aşamaya gelene kadarki on yıllar içerisinde de dinlemek, anlamak ve problemlerin çözülebileceği bir dünya yaratmaya çalışmak gerekir. Bunun için de sonuçtaki ürüne değil, başlangıçtaki nedene, yani liberalizme bakmak gerekir.
Fotoğraf: Alexandr Podvalny