2021 yılında Konsey ile birlikte yasama yetkisine sahip Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği’nin (AB) Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini askıya almasını isteyen raporu kabul etti. Yasama sürecini başlatan, ayrıca Birliğin yürütme organı olarak AB müktesebatını, bütçeyi ve programları uygulamaktan ve idari denetimden sorumlu kurum olan AB Komisyonu’nun Başkanı Von der Leyen: “Türkiye, çeyrek asır öncesine göre şu anda AB’ye daha uzakta” dedi. Bunun temel nedeni, Türkiye’deki temel haklar, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları konularında “endişe verici” gelişmelerdi.
2023 yılı içinde ise aynı Von der Leyen, “Ukrayna’ya devam eden destekleri, Türkiye’nin Karadeniz Tahıl Girişimi’ni uzatmak için yürüttüğü yorulmak bilmez çabalarını, AB-Türkiye ilişkilerinin güçlendirilmesi kapsamında ele alıyoruz” ifadesini kullandı.
2 yıl arayla yapılan bu açıklamaların hangisinin “belirleyici” nitelikte olduğu konusu, 60 yıllık AB’ye katılım müzakerelerinin seyrini tarif etmiyor mu?
Bu ilişkilenme biçimi AB’nin, genişleme politikasında Türkiye’nin “umutsuz vaka” olma durumunu pekiştirirken Türkiye’nin 2. Dünya savaşı sonrasındaki kalkınma ve modernleşme çabalarında öne çıkan aktör olması gerçeğini değiştirmiyor. Nihayetinde AB ile Türkiye arasındaki ilişkinin temel belirleyeninin, Türkiye’nin AB’nin 7., AB’nin de Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı konumunda olması olduğunu hatırlatmış olalım.
AB, çoğunluğu Avrupa’da bulunan 27 üye devletin oluşturduğu uluslarüstü bir siyasi ve ekonomik birliktir. Birliğin toplam alanı 4.233.255 km2’dir ve tahmini toplam nüfusu 448 milyonun üzerindedir. AB; üye ülke ekonomilerini birbirine bağlayan araç, ekonomik ve parasal birlik, eşgüdümlü ekonomik ve mali politikalar, finansal kurumlar için uyumlulaştırılmış kurallar ve -istisnalar olsa da- ortak para biriminin kabulüdür.
Böylesine genişlik ve çeşitlilikte, katılım sürecinin hangi aşamasında olduğunuzu müzakere edebilmek ve politikalarına hakim olabilmek, AB işleyişinin kavramsal setine de hakim olmayı gerektiriyor. Örneğin, AB için ekonomik entegrasyon veya bölgesel entegrasyon, ülkeler arasında ticaret engellerini azaltmak veya ortadan kaldırmak ve mali politikalar üzerinde anlaşmaya varmak demektir. AB’nin ekonomi politikası, serbest piyasaya ve gelişmiş sosyal modellere dayanan karma ekonomilerden oluşan bir iç pazardan oluşmaktadır. Genel anlamda, malların, hizmetlerin, sermayenin ve emeğin serbest dolaşımına sahip bir iç tek pazar içerir ve AB’ye tam ekonomik entegrasyonu temsil eder.
Ulus devleti zayıflattığı düşüncesi ile bu bütünleşmeyi yavaşlatmayı, durdurmayı veya tersine çevirmeyi arzulayan AB şüpheciliğinin temel kaynağı da bu entegrasyondur. Nitekim, 2014 yılında Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Avrupa şüphecisi ve sistem karşıtı partiler başarı sağladı. Gelinen son nokta ise 1973’ten beri Avrupa Birliği’nin önceli olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na birinci genişleme döneminde katılmış olan Birleşik Krallık’ın, 2020 yılında Brexit referandumu sonucunda AB üyeliğinden ayrılması oldu.
AB aday üyelik süreci, neo-liberal idari reform eşliğinde ekonomik yakınsama ile tanımlanır. Neo-liberal idari reform; yeni kamu işletmeciliği/yönetişim, sevk ve idareyi çok yanlı yönlendirme ve yönetme ve kuruluşlarda birlikte ve etkileşerek ortaklaşa yönetme anlamına gelir. AB’ye tam üyelik için idari kapasitenin geliştirilmesi hedefi, aday ülkeler tarafından idari reform adı altında yapılır. Ekonomik yakınsama ise farklı ülke ekonomilerinin birbirine daha fazla benzediği bir süreç, iki veya daha fazla ekonominin benzer kalkınma ve refah düzeyine ulaşma eğiliminde olması durumunda ortaya çıkar.
2004 yılında, AB’nin beşinci genişleme sürecinde, Çekya, Estonya, Kıbrıs, Letonya, Litvanya, Macaristan, Malta, Polonya, Slovakya ve Slovenya, Birliğe katıldı. Birliğin genişlemesine bağlı olarak gelişmişlik açısından önemli farklılıkların ortaya çıkması ve bu farklılıkların giderek daha da fazla artması, AB’nin bölgesel bir politika oluşturma sürecini zorunlu kıldı. Böylece, Avrupa Birliği’nin bölgesel politikasının belirleyenleri, üye ülkeler arasındaki sosyal ve ekonomik farklılıkları gidermek, bölgeler arasında gelir dağılımı farklılıklarından doğan istihdam ve gelişme sorunlarıyla mücadele etmek oldu.
Öyle ki, Birliğin bütçesinin yaklaşık üçte biri, bölgeler arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmaya yönelik politika araçları için kullanılmaya başlandı. Söz konusu bütçe paylaşımı, üye ülkeler için yapısal fonlara ayrılırken, aday ülkeler için de, 2007 yılında başlamak üzere, 7 yıllık dönemlerle planlanan stratejiler-tedbirler ve hedefler eşliğinde Katılım Öncesi Mali Yardım Araçları (Instruments for Pre-Accession Assistance-IPA) ile tanımlandı. AB müktesebatına uyum çerçevesinde ulusal kalkınma çabaları, yerini, bölgeye dayalı kalkınma uygulamalarına bıraktı. Bu anlayışta, bölgenin yükselişi ekonomik bir gerçek olarak görüldü. Bölgesel entegrasyonların oluşturduğu ekonomik güç ve oluşan ağ ekonomileri, yeni bölgecilik anlayışının temellerini oluşturdu.
Türkiye, AB’ye katılım sürecinde, aday üye, imtiyazlı ortaklık, tam üyelik, askıya alınan aday üyeliğe kadar çeşitli müzakere tanımları ile anıldı. Özellikle 2000’li yıllar, ekonomik ve siyasi kriterleri sağlamak üzere, yasalar ve işleyiş bakımından baskın bir reformlar dönemi ve kamu yönetimi politikalarının hızla AB müktesebatına uyum çalışmaları ile belirlendi. AB, adaylık sürecindeki ülkeleri yeni kamu işletmeciliği ve küreselleşme politikaları ile paralel seyreden, müktesebatın “Bölgesel Politikalar Ve Yapısal Araçların Koordinasyonu” ile ilgili başlıkta yer alan kural ve kaideleri yerine getirmekle yükümlü kıldı.
Bu doğrultuda, 1999 Helsinki Zirvesiyle AB’ye katılım sürecinde aday üyeliği kabul edilen Türkiye, kamu yönetimi politikaları ile ilgili geleneksel bölge anlayışına rağmen birçok düzenlemeyi gerçekleştirdi. Türk kamu yönetimi yapısı üzerinde gerçekleştirilen yönetsel düzenlemeler, ulusal sınırlar ve kaynakları aşacak şekilde değerlendirildi. Bu anlayış ile ulusal kalkınma çabaları, yerini bölgeye dayalı kalkınma uygulamalarına bıraktı. Bu düzenlemeler içerisinde en fazla önem arz eden idari düzenleme, 2006 yılında kabul edilen Bölgesel Kalkınma Ajanslarıdır (BKA). BKA, genel olarak, bölgenin mevcut kaynaklarını harekete geçirecek, küçük ve orta büyüklükteki işletmeleri destekleyerek, sektörel veya genel kalkınma gelişimini sağlamaya çalışan, merkezi hükümetten bağımsız, yarı otonom kuruluşlar olarak tanımlanır. Bu kalkınma politikası; özel sektör, kamu ve sivil toplum kuruluşlarının birlikte karar aldığı, çok aktörlü bir yapılanmayı ifade eder.
Halihazırda, yine AB ülkelerinin kullandığı İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması (NUTS) içinde Türkiye için tanımlanan 26 bölgede, 26 BKA faaliyet gösteriyor. BKA’ların kuruluşu ile ilgili 5449 sayılı “Kalkınma Ajanslarının Kuruluşu, Koordinasyonu ve Görevleri Hakkında Kanun”un Türkiye’nin üniter yapısıyla bağdaşmadığı ve “idarenin bütünlüğü” anayasal ilkesi ile çeliştiği gerekçesi ile kanunun iptali için Anayasa Mahkemesine dava açıldı. Anayasa Mahkemesi 30.11.2007 tarihinde, kanunun bazı hükümleri hariç, Anayasaya aykırı olmadığına ve iptal isteminin reddine karar verdi. Bu kararla birlikte, hukuksal olarak yeni kalkınma ajanslarının kurulması ve mevcut ajansların faaliyetlerini devam ettirmesi önündeki engeller kalkmış oldu. Böylece, AB müktesebatı 22. Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu faslı kapsamında belirlenen en önemli idari düzenleme koşulu tamamlanmış oldu.
Günümüzde, AB’nin bölgesel politika hedef, araç ve stratejilerinde yeni bir çehreye kavuşmakta olduğunu görüyoruz. 2000’li yıllarda Bölgesel Politikanın odaklandığı, sınai kapsamda geri kalmış bölgelerin dönüşümü, uzun dönemli işsizlikle mücadele ve kırsal alanların kalkınması gibi başlıkların yerini yeni öncelikler alıyor. 2018’den beri AB’nin ajandasında yer alan 2021-2027 Bölgesel Politika dönemine dair öneri süreci henüz, 2023 yılının son çeyreğinde tamamlandı. Yeni dönemde Bölgesel Politikanın merkezinde, iklim nötr Avrupa, göçmenlerin entegrasyonu, dijital ve yeşil alanlarda ikiz dönüşüm, yenilenebilir enerji ve sağlık alanında bütünleşme gibi başlıklar konumlandı. Böylece, hedeflerin belirlenmesinde ve fonların dağıtılmasında temel faktör olan GSYH’nin yanına başka faktörler de eklenmiş oldu.
Son dönemde yaşanan siyasi ve ekonomik krizler karşısında yaşadığı açmazlar, AB’nin kuruluş ilkelerinden olan sürekli refah, güvenlik ve istikrar sağlama sözünü tutmakta zorlandığını gösterdi. Bu durum bütünleşmenin geleceğiyle ilgili endişeleri de derinleştiriyor. Aslında, AB’nin genişlemesi ve derinleşmesi ile birlikte başlayan kamu politikalarının Avrupalılaştırılması ile ulus-devletlerin yapısal nitelikleri ve kırılganlıkları gözetilmeksizin yapılan politika transferinin sonuçlarını görmekteyiz. Avrupa değerleri olan temel haklar ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin, Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Romanya vb., üye ülkelerde, skandal düzeydeki yozlaşma ve yolsuzlukları engelleyemediği, refah ve istikrarı sağlayamadığı gerçeği, AB’nin içine yönelik tedbirler almasını da gerektirdi. Yaşanan bu gelişmeler, bir kez daha, bölgesel ağlar ve entegrasyonun sınırları ve getirdiği sorunları tartışmaya açmış oldu.
Fotoğraf: Frederic Köberl