Kültür ve kimlik, savaşı çağımızın fenomenleri. Siyasi zemin tamamen kimlik siyaseti tarafından işgal edilmiş durumda. Bir yanda mikro kimlikler daha görünür hale gelirken diğer yanda buna karşı tepki de yükseliyor. 2010’ların ortalarında zirveye çıkan çatışma, şu an yatay seyir izlese de başta Amerikan seçimleri gibi pek çok siyasi gelişmeyi kültür savaşı üzerinden okumak çok moda. Bu çatışma ortamından demokrasinin zarar gördüğü de genel olarak kabul görüyor.
Peki Bu Durumda Kim Haklı?
Artık siyasette hangi politikaların faydalı olduğundan çok kimin daha çok ahlaklı olduğu tartışılıyor. Teknik tartışma kamusal alandan çekildi. Kim daha çok taraftarlarını gaza getiriyorsa o kişi makbul siyasetçi olmaya başladı. Bunu yapanlar da çoğunlukla yerleşik düzene karşı söylem geliştiren popülist ve aşırı sağ siyasetçiler.
Trump’ın seçilmesinden sonra bu tartışmayı yeniden ele almanın zamanı geldi.
Eski ve Yeni
Değişen şey iletişim teknolojilerinin hayatımızı işgal etmesi ve hayatımızı yönlendiren ana etmen haline gelmesi. İnsanlar artık kelimenin tam anlamıyla sosyal medya bağımlısı. İş, meslek, duygusal ilişkiler, siyaset, eğlence, boş vakit geçirme, hobi ve hayatın pek çok dalı artık sosyal medya merkezli yaşanıyor.
Bu da insanları ellerindeki küçük alete bağlı birer dopamin bağımlısı haline getirdi. Telefonuna mesaj gelen, etkileşim alan, paylaştığı şeye like gelen kişi mutlu oluyor. İnsanların günlük mutluluğu neredeyse buna indirgenmiş oldu. Bir siyasetçiden beklenti de bununla birlikte şekilleniyor. Mantıklı şeyler söyleyen ama kitlesine dopamin hazzı vermeyen siyasetçiler “Bunun hikayesi yok” diye kenara atılıyor.
Buna karşın açıkça yalan ve çelişkili ifadeler kullanan siyasetçiler eğer yeterince ilginç şeyler söylüyorsa, rakibinin “nasıl da ağzının payını veriyor”sa, attığı tweet kitlesine dopamin patlaması yaşatıyorsa, o siyasetçi daha makbul hale geliyor.
Böyle bir dünyada öne çıkan unsur ise ahlak.
Ahlak Siyaseti Kazanır mı?
Benim değer dünyamda sizin haklı olmanız, doğal olarak daha çok kabul görmeniz ya da seçim gibi yarışma bazlı vakalarda kazanmanız anlamına gelmiyor. Bir şeyi kazanmak o sistemin dinamiklerinin etkilenmesi ile gerçekleşen bir olgu. Yani, bir konuda haklıysanız kazanma konusunda doğal bir avantajınız olabilir ama başka faktörleri devreye almazsanız kaybetmeniz kaçınılmazdır.
Günümüzde woke siyasetinin en büyük yanlışı, kendisini haklı konuma sabitleyip diğer bütün faktörlerin bu noktaya bağımlı olarak hareket etme zorunluluğunda olduğunu sanmaları. Örneğin, azınlık haklarını savunan birinin onlara eziyet etmeye niyetli kişilere karşı doğal olarak avantajlı olmaları gerektiğini düşünerek diğer faktörleri göz ardı ediyorlar.
Seçimi Haklı mı Kazanır?
En büyük tartışma konusu olan seçimleri ele alalım. Seçimleri kazanmanın farklı ülkelerde farklı siyasi sistemlerde farklı metotları olduğu bir gerçek. Ama yine de siyasi networkleri oy vermeye ikna etmek, mali kaynak toplamada beceri göstermek, seçmenin karşısına net bir mesajla çıkmak, kitlelere bir siyasi hikaye benimsetmek ve bunun gibi sayılabilecek onlarca faktör seçimin kazanılmasını etkiliyor.
Buna karşın popülist ve aşırı sağcı adaylar karşısındakiler, genellikle insanların oylarına talip olmaktan çok ne kadar ahlaklı ve haklı olduklarını kanıtlama derdindeler. “Karşınızdaki tuhaf tiplere oy verecek değilsiniz ya” naifliğinin ötesine geçmek istemiyorlar. Kamala Harris’in kampanyasının özünün, “Trump’a oy vermeyin” şeklinde olması tesadüf değil.
Ancak sistemle sorunu olanların en büyük avantajı kendilerini sistemin kurallarına uymak zorunda hissetmemeleridir. Dolayısıyla onlarla sistem içinde sistemin izin verdiği şekilde mücadele etmek doğal bir dezavantajdır. Devamlı olarak kim daha ahlaklı ve kim daha haklı diye bir tartışmanın sistem dışı aktörlerle mücadelede doğru bir yöntem olmadığını kabul etmek gerekir. Karşı taraf ister popülist olsun ister aşırı sağ olsun zaten mevcut kalıpları kırmak isterken bunu mevcut siyasi ahlak ile yapmak zorunda hissetmezler.
Bu yüzden bir yanda kendisini muhafazakar/ahlaklı olarak etiketleyip öte yandan her türlü yalan, ahlaksızlık, iftira ve komplo teorilerini öne süren siyasi akımlara karşı yürütülen bir ahlak savaşı, kaybetmeye mahkumdur.
Woke siyaset de dahil kapsayıcı olma iddiasındaki herkes ahlak savaşını bir kenara bırakmalı ve reel siyasete odaklanmalı.
Yapılacaklar Listesi:
- Sosyal medyayı ve dopamin bağımlılığını popülist akımlara teslim etmemek,
- Karşı taraf yalan söylese bile bunun etkili bir propaganda olabileceğini akıldan çıkarmamak,
- Ben haklıyım demenin seçmende bir karşılığı olmadığını bilmek,
- Seçmenlerin ülkenin geleceğini düşünmek zorunda olmayan dopamin bağımlısı kişilikler olduğunu kabul etmek,
- Bir taraf kurallara, hukuka ve sisteme uymak zorunda hissederken öteki tarafın hissetmemesini doğal bir dezavantaj olarak kabul edip bununla mücadele etmek,
- Sistemin savunulması görevinin kendi derdinde olan seçmenler yerine elit mekanizmalara ait olduğunu/olması gerektiğini kabul etmek,
- Benimsenen değerler ne kadar haklı olursa olsun seçim kazanmanın farklı dinamikleri olduğunu anlamak.