[voiserPlayer]
*Röportajın orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.
Hikayelerden oluşan kitabını 1965 yılında yayınladığından bu yana, Dag Solstad İskandinav edebiyatına, Philip Roth’un Amerikan, Gunter Grass’ın Alman yazınına yaptığı etkiyi yaptı ve önü alınamayan bir ses oldu. Yıllar içinde namı yürüdü. 2006 senesinde, Afganistan savaşı ile ilgili yazdığı roman sürpriz bir şekilde Norveç Dışişleri Bakanı tarafından incelendi ve yazıya döküldü. 2013 senesinde kendi kişisel aile hikayesini yazdığı roman ise kurgu üzerine bir tartışmayı tetikledi.
Solstad, 1970 senesinde Marxist-Leninist çizgide olan Maoist Arbeidernes Kommunist Parti’ye (AKP) katılmadan önce, kariyerine yerel bir gazetede muhabir olarak başladı. Siyasi perspektifini varoluşçu endişeleriyle birleştiren Solstad, 18 roman, öyküler, makaleler, oyunlar ve Norveç’in en büyük endüstriyel komplekslerinden birisinin resmi tarihi ile dünya kupası hakkında 5 tane kurgusal olmayan kitap yazdı.
İskandinavya’da, Solstad’ın dolambaçlı, uzun cümlelerden, insanı çileden çıkaran konudan sapmalardan ve kendine özgü kuru mizahtan beslenen müstesna tarzı kuşaklar boyu yazarlara ilham verdi. Karl Ove Kanusgaaard, My Struggle (Mücadelem) isimli kitabında şöyle diyor: “Solstad’ın dili eski usülün zerafetiyle ışıldar, kendine özgü bir ihtişam ve taklit edilemez bir canlılık yayar.” Geçtiğimiz yıllarda, yurtdışından birçok isim, mesela Peter Handke (Bir mülakatında Norveçin en önemli yazarının Solstad olduğunu söyledi), Haruka Murakami (Soltad’ı Japoncaya çevirdi) ve Lydia Davis (Solstad’ın 400 sayfalık Telemak kitabını okurken kendi kendisine Norveç dilini öğrendi) bir şekilde bu görüşte birleşti.
Mülakatımız iki ayrı dönemde ve Norveç dilinde gerçekleşti. İlki, Solstad’ın Veierland’daki yazlık evinde gerçekleşti ki burası ressam Edward Munch’ın 1880’lerde yaz aylarını burada geçirmesinden sonra yazar ve sanatçıların uğrak yeri olan huzurlu bir ada olarak bilinir. İkinci sohbetimizi ise onun Oslo’daki, aydınlık, geniş, kitap dolu ve 19. Yüzyıl zerafetini yansıtan yüksek tavanlı apartman dairesinde yaptık. Solstad’ın bir gözü hep sosyal dönüşümlerin günlük hayatımıza olan yansımalarının üzerindeydi. İkinci görüşmemize bana pencereden dışarı bakmamı söyleyerek başladı. Kamyonetinde öğle yemeğini yiyen bir yol işçisini işaret ederek “bak” dedi yağlı tulumunun içinde titizlikle seçilmiş ve özenle dekore edilmiş bir suşi tabağı var.
Pek de iş birliğine yatkın olmayan bir muhatap olarak Solstad (bir keresinde uzun bir televizyon programında kendisine sorulan sorulara sadece tek kelimelik cevaplar vermişti) son yıllarda, insanların kendisi hakkında ne düşündüklerine dair bir endişesi olmadığını söylüyor. 74 yaşındaki yazar, bana arkadaşça ve içten yaklaştı. Çay ve kurabiye ikram etti. Sorularımı cevap vermeden önce sıklıkla durakladı ve kendi verdiği cevaplardan sonra aynı sıklıkta güldü.
Muhabir: Sizi yazmaya ne teşvik etti?
Solstad: 16 yaşında Knut Hamsun okumak. Eğer bunu yapmasaydım yazar olabilir miydim şüpheliyim. Hamsun kitaplarının ben de uyandırdığı etkiye sahip kitaplar yazmayı amaçladım. Hamsun ile mezuniyetten önce, işçi sınıfı bir aileden gelen okul arkadaşım tanıştırdı beni. Onu daha sonra hiç görmedim ama sürekli olarak minnettarlık hissettim ona karşı. Okumaya başladıktan sonra, geri kalan bütün kitapları bir solukta okudum. Haftada birkaç kez kütüphaneye gidiyor ve yeni kitaplar ödünç alıyordum. Bunları o dönem ödevlerimizi koyduğumuz klasörde saklıyor ve sanki ödevlerini yapan, çılgın gibi ders çalışan birisi gibi gözüküyordum.
Muhabir: Hamsun’da sizi çeken ne oldu?
Solstad: Karşılıksız aşklarla ilgili hikayeler (Pan ve Victoria kitapları). Bunu şimdi kabul ediyorum. Bugün, tıpkı diğer yetişkinler gibi, Açlık ve Gizemler gibi modernist romanları tercih ederim. Fakat genç bir adam olarak, kendimi umutsuz bir romantizm ile tanımlıyordum ve onun şiirsel olmayan tarzını taklit etmekte oldukça iyiydim. Okul gazetesine bazı yazılar yazıyordum. Gerçekten iyiydiler ancak tamamen Hamsun’u görürdünüz onlarda. Daha sonra, birçok yazarın Hamsun’dan etkilendiğini anladım. Onun çalışmaları her zaman iyi yapılandırılmamış olabilir veya fikirleri enine boyuna düşünülmemiş olabilir ama zaman geçtikçe Hamsun bir nevi edebi ideale dönüştü. O; köşesinde oturan, cümleleri, tınıyı ve ritmi kafasında yoğuran ve tek atışta hedefini vuran yazarlardan birisi. Bu futbol gibi bir şey. İyi bir takım her zaman şanslıdır. İyi bir yazar da her zaman şanslıdır. Hem de çok şanslı.
Muhabir: Siz şanslı mıydınız?
Solstad: Tabii ki. Mesela yazdığım bazı pasajlar beni şüpheye düşürdü. Acaba bunları basmalı mıyım, bunlar olmadan da olabilir mi diye. En sonunda onları basamayacağıma karar verdim ama bir şekilde saklayacaktım. Genel olarak iyi gitti. Bu şanstı çünkü kolaylıkla bu pasajları çıkarttım ve sildim. Çok fazla şey sildim aslında.
Muhabir: Yazılarınız aslında tersini söylüyor. Çok fazla editörlük yapmıyormuşsunuz gibi.
Solstad: Bu şekilde görülebilir ama neyi tutmam neyi atmam gerektiği konusunda çok fazla kaygılanıyorum. Neredeyse her bir kitabım için sürecin nasıl seyrettiğine dair bir günlük tutma fikri hoşuma gidiyor. Süreci kayıt altına almayı istedim hep ancak hem kitabın tamamen içine dalmak hem de günlük tutacak kadar ondan uzaklaşmak neredeyse imkânsız. Fakat romanlarımdan birinde (Armand V. Fotnoter til en uutgravd) bu kitabın nasıl vücuda geldiğine dair bazı ipuçları verdim. Hali hazırda yazılmış, bitmiş bir romana karşı sizin tek yapmanız gereken şeyin onu kazıp çıkarmanız olduğu hissini tarif ediyordu.
Muhabir: Hep bu şekilde mi hissettiniz? Hali hazırda var olan bir şeyi kazıp çıkartmak…
Solstad: Hayır. 23 yaşımda kısa öyküler yazarak başladım. Bir roman yazmak gözümü korkutuyor, nereden başlayacağımı bilemiyordum. 400 sayfalık bir romana başlayamaz ve 250. Sayfasında durumun umutsuz olduğunun farkına varamazdım. Oldukça aklı selim davranırım. O yüzden daha küçük şeylerin peşinden gittim. Öğretmen olarak çalışmak için Norveç’in kuzeyinden uzak bir kasabaya taşındım. İnsanlara, üniversite eğitimim için para kazanmam gerektiğini söylüyordum ama gerçekte yazmaya karar vermiştim.
Muhabir: Hamsun’un yanı sıra başka kimlerden etkilendiniz?
Solstad: İlk iki öykü kitabım kesinlikle Kafka’nın etkisi altındadır. Şato ve Dava. Dostoyevski okumayı denedim ama yirmilerimin sonuna kadar onu kavramayı başaramadım. Hamsun dışında, bir şeyler öğrendiğim bütün yazarları yetişkin olduktan, özgür bir insan olduktan ve çocukluğun hapishanesinden kurtulduktan sonra buldum.
Muhabir: Çocukluk çağını edebi bir konu olarak görmediğinizi söylemiştiniz.
Solstad: Çocukluk çağı hakkında neredeyse hiçbir şey yazmadım. Basitçe söylemek gerekirse o konuda yapabileceğiniz pek bir şey yoktur. Pozisyonlar sabittir ve önceden belirlenmiştir. Ben karakterlerimi makul bir kaçış şansı olan durumlara yerleştirmeyi tercih ediyorum.
Muhabir: Çocukluk hakkında yazmaya gönülsüzsünüz ama doğum tarihinize işaret eden 16.07.41 başlıklı yarı otobiyografik romanınız bir yatırımcı olarak şansını deneyen ancak iflas eden ve bir süre sonra da ölen babanızdan bahsederek bitiyor ve şöyle yazıyorsunuz: “Babam öldüğünden beri kendim olamadım. Yazar Dag Solstad oldum”.
Solstad: Bu pasajı basmakla ilgili güçlü şüphelerim vardı. Haddinden fazla mı iddialı, haddinden fazla mı zekiceydi? Arkasında durabilir miydim? Ama onu orada bırakmak zorundaydım. Bu doğru bir karar mı? Neticede orada. Gerçekten söyleyebileceklerimin hepsi bu. Pasaj orada ve orada olmak için orada.
Muhabir: Peki yazdığınız doğru muydu?
Solstad: Bilmiyorum. Babamın ben 11 yaşındayken ölmesi benim üzerimde büyük bir iz bıraktı. Daha uzun yaşasaydı daha geleneksel bir insan olabilirdim. Babama karşı başkaldırdığımı kafamda canlandıramıyorum mesela. Eğer o hayattayken yazar olsaydım sanıyorum onun Hristiyan değerlerinin eleştirisine muhatap olurdum. Eğer aramızda bir cepheleşme olsaydı feci ve acı verici olabilirdi. Ben bu durumda ya katı, tavizsiz ve tahammül edilmez bir ateist ya da kendiliğimden bir Hristiyan hatta rahip bile olabilirdim.
Muhabir: Aynı pasajda şöyle yazıyorsunuz: “Tamamlamam gereken bir görev vardı ve henüz tamamlayamadım. Düşündüğüm tek bir şey vardı: geleceğim”. Burada bahsettiğiniz görev yazar olmak mıydı?
Solstad: Sanıyorum, bunu biraz kişisel bir anlamda söyledim. Hatırlayın, babam ölümüne yakın bir takım moral bozuklukları yaşamıştı. Bu pasajın bağlamı, babamın işletmesinin nasıl başarısız olduğu, bir oyuncak üreticisi olarak işe yaramayan bir paraşüt oyuncağı yaparak şansını nasıl denediği üzerineydi Kitap bütün bu paraşütlü adamların serbest bırakıldığı ve paraşütlerin açılmadığı bir sahneyi tarif ediyor. En sonunda babam, son bir umutla, sonsuza kadar sürecek bir şey yapmanın yoğun tutkusuyla, bir devri daim makinası yapmayı denedi. Yani aşikâr ki, babamın düşlerini onarmak ve itibarını iade etmek için insanların kitaplara atfettiği ölümsüzlüğü göz önünde bulundurarak bir şeyler yaratmayı görev edindim. Tabii ki kitaplar ölümsüz değildir ama böyle olacağını hayal edebiliriz. Bu da silmek istediğim başka bir pasaj.
Muhabir: İlk romanınıza dönelim. Bütün bunların ötesinde, yazmaya nasıl başladınız?
Solstad: Şanslı bir şekilde sahip olduğum arkadaş çevrem sayesinde oldu. İlk öykü kitabım yayınlandıktan sonra Profil isimli bir edebiyat dergisi çevresine girdim. Öncesinde, mahrumiyetin son noktasındaydım. Profil olmasaydı yazılarım nasıl ortaya çıkardı bilmiyorum. Yeteneğim vardı ancak bu sadece kaba bir yetenekti. Yönlendirmeden yoksundum. Herhangi bir şeyi ilginç buluyor, garip fikirlere kapılıyor ve kendimi açığa çıkartmakta zorlanıyordum. Zavallı küçük bir balık için dışarısı çok tehlikelidir.
Norveç küçük bir ülkedir ve ben altmışlı yıllardaki öğrenci patlamasının bir parçasıydım. Üniversiteler sadece şehirli burjuvaları değil farklı geçmişlere sahip olan öğrencileri de kabul etmeye başlamıştı. Ben Profil’deki insanlarla tanıştığım için şanslıyım. Çok gençlerdi, hemen hepsi uzak bölgelerden gelmelerine rağmen her şeyi okumuşlardı ya da bana öyle geliyordu. Bir arkadaş doktor olmak üzereydi ve Fransızca öğretmenini baştan çıkarttığı için ona hayranlık duyuyordum. Uzak bir bölgeden gelmesine rağmen Kuzey Avrupa’nın bütün avant-garde dergilerine aboneydi. Bir başkası henüz 19 yaşındayken edebiyat kariyerine odaklanmıştı. Tek ihtiyacımız, geliştirebileceğimiz bir alan bulmaktı ama söylemeliyim ki, ben bu işten en çok kazanan oldum. Diğerlerinin, başka insanlarla tartışabilecek bir platformu yoktu mesela ama benim hiçbir şeyim yoktu ve her şeyi kazandım.
Muhabir: Neye sahip değildiniz?
Solstad: İlk defa, Tanrı vergisi bir yeteneği olmadan çalışarak başaran insanları gördüm. Ben ise sadece kendimi oyalamış ve çok fazla bir şey başaramamıştım. Berbat notlarla mezun olmuştum ve okumayı sevmeme rağmen herhangi bir plan veya sistem dahilinde okumamıştım. Dergide geçirdiğim yıllar boyunca sevmediğim tek şey tartışmalardı. Tartışmayı beceremiyor ve argümanlarımı pek savunamıyordum. Ben de gözlemci rolünü seçtim. Hayatımda ilk defa, dinleyebileceğim ve bilgiyi sünger gibi içime çekeceğim bir çevreye girmiştim. Mesela Polonyalı yazar Witold Gombrowicz’i okudum ve benim için bir aydınlanma oldu bu. İlk romanımda açık bir şekilde ona atıf yaptım hatta. Onun tarzından, Hamsun’dan haddinden fazla etkilenmekten korktuğum kadar korkmadım.
Muhabir: Gombrowicz ile ilgili olan şey neydi?
Solstad: Gombrowicz hakkında 1968 yılında bir yazı yazmıştım ve onun özgürlük ve gerçeklik hakkında öne sürdüğü soruları ele almıştım. Aslında beni etkileyen onun fikirlerinden çok düzyazıları ve dili kullanma şekliydi. Hikâye anlatma yeteneği ile çılgınca ilgilenmem. Çok az kitap beni anlattığı konudan dolayı kendine çekmiştir. Hatırladığım şey, görüntüler, kümelenmeler ve insanların birbirleriyle nasıl ilişkilendirildikleri olur. Benim görüntülerimde, bütün insanlar eşit derecede önemlidir.
Muhabir: Gambrowicz sizin için hala önemli mi?
Solstad: Novel 11, Book 8 kitabında, kahraman vergi denetmeni Bjork Hanses yetişkin oğlundan bir mektup alır ve öğrenim hayatına devam etmek için şehre geleceğini öğrenir. Hansen, oğlunun kendisiyle kalabileceği şeklinde bir cevap verir. Burası bir yazar olarak benim düşünmeye başladığım noktadır. Yeni ihtimallerin kapısı aralanmıştır. Çocuğun gelişiyle ilgili hazırlıklar konusunda ilk yapacağım şey bir temizlikçi veya hizmetçi kız tutmak ve daireyi haftada bir temizletmek olur. Bu iyi bir harekettir ve çocuk şimdi gelebilir.
Muhabir: Sizdeki ani gelişen tepki bu mu, bir temizlikçi kız tutmak?
Solstad: Bu benim bir yazar olarak tepkim. Ardından aynı çatı altındaki iki genç insan arasında olaylar gelişebilir. Böylece kafamda, Hansen’in oğlunun bu kıza ilgi duyması için bazı oyunlar kurduğunu canlandırabilirim. Yaşlı adamın bir orkestra şefi gibi gençlerin aşk hayatını düzenlemesi oldukça Gambrowicz’i andırır. Bir de sanırım onun inatçılığı ile ilgili de bir şeyler var. Çok inatçı, dirençli ve iddialıdır.
Muhabir: Siz inatçı mısınız?
Solstad: Bilmiyorum. İnsanlar öyle olduğumu söylüyor. Sanırım öyleyim. Ama kendi görüşlerimin tek doğru olduğu illüzyonu noktasında değilim. Kendi görüşlerimi bir doğru olarak değil bir teklif olarak düşündüm hep. O yüzden, söylediğim herhangi bir şeyin yanlış çıkmasını kişisel bir kayıp olarak görmem. Bu sadece bir görüşü sınamak ile ilgili bir şeydir. Hepsinden öte, ben bir satranç oyuncusunun oğluyum. Dünyadaki en iyi satranç oyuncusu değildi belki ama neticede bir satranç oyuncusuydu. Ben de kendimce iyiydim satrançta ama babam bu işle uğraşmamı pek istemedi. Bir devir daim makinesi icat etme fikrine tutulmuş olabilir ama oğlunun büyük bir satranç ustası olamayacağını anlayacak kadar gerçekçiydi.
Muhabir: Satranç oynamakla karakterlerinizi bir romanın içine yerleştirmek arasında herhangi bir benzerlik var mı?
Solstad: Satranç oynadığım zamanlarda, bütün varyasyonları biliyordum ve kafamda bütün farklı ihtimalleri hesaplayabiliyor, iki üç hamle sonrasını düşünebiliyordum. Gözlerim açık uzanır ve bu varyasyonlar üzerine kafa yorardım. Bu aslında çalışırken ve roman yazarken yaptığım şeyin hemen hemen aynısı.
Muhabir: Satranç’ta hamlenizi bir rakibe karşı yaparsınız. Romanlarınızı yazarken kime veya neye karşı oynuyorsunuz?
Solstad: Romanın kendisine, bütününe, sadeliğine ve basitliğine karşı. Karşısında hamle yaptığım şey bu. Her şey romanı çözmek ve doğru hamle dizgilerini bulmakla alakalı.
Muhabir: Bir çözümün olmayacağı konusunda hiç şüpheye düşer misiniz?
Solstad: Evet düşerim. Başladığım zaman hiçbir şey belli değildir. Ama yine de bir şekilde hali hazırda romanı yazmış olduğum hissine de sahip olurum. Hala bilmiyorum ne olduğunu.
Muhabir: Bir romanın “içinden çıkılmaz epik niteliği” hakkında konuşmuştunuz. Bununla neyi kastettiniz?
Solstad: Bu kavramı çok fazla kullandım ve defalarca tanımlamam gerektiğine dair sorular ile karşılaştım. Ama korkarım bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum. Kastettiğim şey mistik nitelik değil. Her iyi romanda bütün kitabı çözümlemeden anlaşılmayacak bir unsur olduğunu düşünüyorum. Her şeyi çıkartsanız da orada kalan bir şeyden bahsediyorum. Ama nedir bu çekirdek unsur diye soracak olursanız, bunu söylemek oldukça zor. Bunun hakkında olumsuz da konuşulabilir. Bu romanın psikolojik açıdan korkunç derecede heyecan verici olmasıyla ilgili değil. Nadir derecede ilginç veya günümüz toplumunun yapılarına dair orijinal görüşler ile ilgili değil. Karakterlerin müstesna, eksantrik veya bilindik oluşlarıyla ilgili değil. Bu tamamen farklı bir şey ve çözümlenemeyen nitelik dediğimiz şey orada duruyor. Gerçekten de söyleyebileceklerimin hepsi bu.
Muhabir: Bir yazınızda, Umberto Eco’nun Gülün Adı romanının bu çözümlenemeyen unsur dışında her şeye sahip (etkileyici bir kurgu, tarihi bakış ve ilginç karakterler) bir kitap olduğunu iddia etmiştiniz. Ve bu romanın yapısal mükemmelliğine rağmen, sizin yazmak istediğiniz türden romanlara bir meydan okuma olduğunu söylemiştiniz.
Solstad: Tabii ki, bu açılardan kim Umberto Eco’nun eline su dökebilir ki. Yazar olarak kendinize şunu sormalısınız, Eco’nun mükemmel hikayeleri ile mukayese edildiğinde bir roman okuyucuya ne vaat ediyor. Ama yine de Umberto Eco okuduğum zaman kayıp bazı şeyler olduğunu hissediyorum. Belki bir ses. Size Ibsen’ın Brand isimli oyununun bana yaptığı bir şeyden bahsedeyim. Rahip Brand dağlarda aylak aylak dolaşırken ve varoluşsal kaygılarıyla uğraşırken birdenbire “Benim Tanrım Herkül gibi gençtir” diye bağırır. Kim böyle bir şey söyler ki? İşte, 35 yaşındayken, aptal sakalına rağmen, imajını yaşlı bir bilge gibi işleyen Ibsen. Oraya oturup, bu saçma cümleyi yazamazsınız değil mi? Yine de fantastik bir cümledir. Umberto Eco, böyle bir cümleyi yazamazdı.
Muhabir: Ibsen sizde bir etki bıraktı mı?
Solstad: Evet ama şanslıymışım ki ellilerime kadar onu okumadım. Daha önce okusaydım anlayabileceğimi sanmıyorum. Anlattığı her şey uzak ve bulanık görünürdü. Konuştuğumuz her şey “muhteşem Ibsen” hakkındadır.
Muhabir: Norveç’in yetiştirdiği en büyük yazar ile hiç alakadar değil miydiniz?
Solstad: Bir roman için ihtiyaç duyuncaya kadar onu hiç okumadım. Novel 11, Book 8 romanında kahramanımız yeni karısı tarafından yönetilen tiyatro şirketine katılır. The Wild Duck’ı 15 yaşında sahneye koyarken çok eğlendiğimizi hatırladığım için sahneye bu oyunu koymalarını sağladım. Sonra, Mahcubiyet ve Haysiyet romanında, kahramanımız şemsiyesini kapatamadığı için ani bir sinir krizi geçiriyor. Ancak bunun olabilmesi için bir ön bağlama ihtiyacım vardı. Ibsen’e döndüm hemen. Kafamdaki fikir, öğretmene muhtemelen anlamayacak olan öğrencilere The Wild Duck öğretmesiydi. Ben bir şeyleri olması gerekenden daha karmaşık hale getirmekten hoşlanan insanlardan değilim. Dolayısıyla The Wild Duck ile devam ettim. Mahcubiyet ve Haysiyet için oyunu tekrar tekrar okurken Ibsen’in büyüklüğünü bir kez daha takdir ettim. Bir sahnenin, bir objenin ve bir diyalog satırının diğer her şeyle ilişkili olduğunu fark ettim. Herkesin Ibsen ile ilgili bahsettiği saat gibi çalışan yapıyı gördüm.
Yazmayı öğrenirken, etkilendiğiniz yazarları okumaktan daha önemli şeyler vardır. Gelgelelim, ben ilhamımı Thomas Mann’den aldım. Ondan ne öğrendiğimi teşhis etmek çok zor ama onun yazdığı bazı sahneler ve cümleler benimle kaldı.
Muhabir: Özel bir cümle var mı?
Solstad: Ben yazarların cümlelerini basit bir şekilde bitirmesinden hoşlanırım. Tarzlarının karmaşıklığıyla beni etkilemeye çalışan insanlardan pek hoşlanmıyorum. Şu anda benim için pek bir mesele değil ama gençlik yıllarımda gençlere yaranmak, onların dilini konuştuklarını göstermek için onların kelimeleriyle yazanlara karşı tepkiliydim.
Muhabir: Norveç dilinde Solstadian (Solstadvari) terimi alışılmışın dışında uzun ve birçok alt cümle içeren cümleleri ve belirli bir tarzı, aşina olunan tekrarlamaları anlatmak için kullanılan bir terim oldu. Başkaları bu konuda konuştu ancak sizden bir şey duyamadık.
Solstad: Bazı şeylere tepki vermek veya analiz etmek istemiyorum. Pek iyi olmuyor bu.
Muhabir: Karşı çıkmanıza rağmen, sizi eğlenceli hatta ironik bir yazar olarak görenler de var.
Solstad: Eğlenceli bir yazar olduğum görüşüne karşı sıkça itiraz ediyorum. Şemsiyesini açamadığı için sinir krizi geçiren bir öğretmen sahnesi elbette ki komiktir. Bunun farkındayım. Ancak mesele şu ki benim amacım komik olmak değil. Eğer burada bir mizah unsuru varsa romanın konusu ile alakalı bir şeydir. Hayat böyledir. Eğlencelidir, komiktir, ironiktir. Ama ben değilim.
Bu romanı yazarken (Mahcubiyet ve Haysiyet’ten bahsediyor) kafamda şemsiyesini açamadığı için kendini kaybeden öğretmen görüntüsü vardı. Aptal bir resim gibi gözüküyor ama beni yalnız bırakmazdı bu. Gerçekten de şemsiyesiyle boğuşan bir öğretmen roman konusu olmak için yeterli bir fikir değil. Fakat bir kere aklıma girdikten sonra kâğıt üzerinde daha iyi gibi görünen fikirleri reddettim. Dolayısıyla, eğlenceli bir sahne yazıp yazmamayı umursamadan yazmaya başladım. Bugün bakınca, bu sahneyi ben de eğlenceli buluyorum.
Muhabir: Romanlarınız genelde böyle bir görüntü ile mi başlıyor?
Solstad: 90’lardan beri tek bir görüntü her şeyin temeli oldu. İlk cümleye de aynı şekilde önem verdim. Mahcubiyet ve Haysiyet’in ilk cümlesini yakalayamasaydım, o kitabı bitirebileceğimi sanmıyorum. İlk cümledeki gizli varsayım olmazsa, olay her yere savrulabilir. Bu cümleyi bir kere yazdığınız zaman, seçeneklerinizi sınırlandırıyorsunuz ve yazacak çok az şey kalıyor.
Muhabir: Bu mülakat için romanlarınızı yeniden okuduğumda, sadece iki tanesinin birinci tekil şahıs gözüyle yazıldığını fark ettim.
Solstad: Benim için bir kişiyi dışarıdan görebilmek en önemli şeydir. “Ben” ile yazarsanız kendinizi sadece kendi perspektifinize sıkıştırmış olursunuz. Üçüncü bir şahıs hakkında yazdığınızda ise diğer perspektif ve pozisyonları daha özgür bir şekilde seferber edebilirsiniz. Birinci tekil şahıs gözünden yazmak sezgisel olarak elbette daha kolaydır. Sanıyorum roman yazmaya niyet eden herkes ilk önce birinci tekil şahıs gözüyle hikayesini anlatarak başlamak ister. Bu kadar kolay olmasına rağmen, ben sadece iki romanımı bu şekilde yazdım. Eğer “ben”li roman yazarsanız ne olur, A’dan Z’ye birçok şeyi yazma konusunda kendinizi özgür hisseder ve kurgulama mecburiyetinden kurtulmuş hissedersiniz. Birçok kötü roman birinci tekil şahıs gözünden yazılmıştır.
Muhabir: Sizin birinci tekil şahıs romanınızdaki karakter sizinle çok fazla ortak özellik taşıyor. Öğretmen Pedersen sizinle aynı şehirde, yani Sandefjord’da büyümüş. Aynı sizin gibi AKP’ye katılmış. Bu otobiyografik bağlantılar mı sizi birinci tekil şahıs diliyle yazmaya itti.
Solstad: Öyle düşünmüyorum. Öğretmen Pedersen karakterine otobiyografik olmayan şeyleri eklerken çok sıkıntı çektim. Bahsedilen hareket içindeki insanların kitaptaki karakterleri görüp kendilerini teşhis etmelerini istemedim ve kimse de bunu yapmadı. Bu açıdan bakıldığında, üçüncü kişi gözüyle yazsaydım işler benim için daha kolay olurdu. Öğretmen Pedersen karakterine hem kişisel hem de kişisel olmayan bir ses vermeyi seçtim ve ilhamımı Thomas Mann ‘dan ve Zeitblom’un Doktor Faustus anlatısından aldım. Sanırım bu kitaptaki kişi zamiri kullanımı diğer birinci tekil şahıs kullanımlarından oldukça farklı çünkü çok nadiren kullandım. Onu daha çok sömürdüm.
Muhabir: Nasıl?
Solstad: Kendime hikâyeyi ciddi ve resmi bir sesle anlatma imkânı tanırım. Sevimli olmaya çalışan bir birinci tekil şahısla uğraşmıyoruz böylece.
Muhabir: Ne zaman Komünist Parti üyesi oldunuz ve bu yazınınızı nasıl etkiledi?
Solstad: 1970 yılında. Çin’de yaşanan Kültür Devrimi’nden etkilenmiş bir grup genç insandık. Maoculuk, Sovyet komünizminin bayat ve bürokratik yapısı düşünüldüğünde bize içimize çektiğimiz temiz hava gibi geliyordu. Bu konu sol içinde oldukça tartışmalıdır ancak bizim için yeni bir insan yaratma amacı taşıyan Kültür Devrimi sorunların çözümü için radikal bir öneri getiren ütopyaydı. Bu yıllarda, ABD Vietnam bataklığına saplanmıştı ve birçok genç radikal Üçüncü Dünya liderliğinde bir gelecek kurma konusunda oldukça iyimserdi. Genç ve umut vaat eden Norveçli yazarların birçoğu Komünist Parti’ye yazılmıştı. Ben siyasi bir pozisyonda bulunmadım ama gizlilik çok önemli bir prensip olduğu için ve benim ismim üzerinde uzlaşılması için yeteri kadar iyi bilindiği için yerel teşkilatın partinin sözcülüğüne getirilmiştim. Benim okumadığım açıklamaları benim imzamla yayınlıyorlardı. Bu benim açımdan sorun değildi. Bir siyasi partiye üyeyseniz bu yapabileceğinizin en azıdır. Edebi anlamda ise, samimiyetle işçi sınıfı için yazmak istedim, bu ilginç bir projeydi. Dükkan sahibi bir babanın oğlu olarak, küçük burjuva bir aileye mensuptum ama işçi sınıfını gerçekten tanımak istiyordum. Şöyle düşündüğümü hatırlıyorum: eğer Shakespeare Kral Arthur olduğunu hayal ederek yazabildiyse ben de bir işçi olduğumu düşünerek yazabilirim. Bu kadar zor olamaz. Ve zor değildi.
Muhabir: Öğretmen Pedersen kitabında, ki bu dönemi anlatan bir kitaptır, kahramanımız Komünist Parti’nin tehlikelerini okuyucuya aktarır ama yine de böyle esaslı bir davanın içinde bulunmaktan da coşku duyar. Komünist olmanın nesi zevklidir?
Solstad: Yazdığım kahramana benzer şekilde, o yıllara bakınca bütün çılgınlıklarına rağmen içimi bir neşe kaplıyor. Ben bütün emareleriyle gerçek bir yabancıyımdır. Dolayısıyla devasa bir sistemin içinde yer bulmak ve insanoğlunun icat ettiği en muhteşem ve ihtiraslı amaçlardan birisi için mücadele etmiş olmak benim için çok anlam ifade ediyordu. Ama hem parti hem de onun savunduğu fikirler darmadağın oldu. Beğensem de beğenmesem de bu tarihi bir vakıa. Bundan dolayı biraz kederliyim tabii ki. Bu denli büyük ölçekli fikir çok nadiren bütünüyle yok olurlar. Muhtemelen başka bir formda yeniden karşımıza çıkacaklar. 1987’den bu yana komünizm ile ilgili bir şey yazmadım ancak hangi formda geri gelirse gelsin destekleyeceğimi biliyorum.
Muhabir: Birçok insan, eski bir komünist olarak sizin Norveç’teki en büyük sanayi şirketlerinden birisi olan Aker’in resmi tarihi yazmanız, bunu da 1990 yılında romanlaştırmanız karşısında şaşkınlığa uğradı. Bunu niçin yaptınız?
Solstad: Sipariş üzerine yazı yazmak ilgimi çekti. Fark ettim ki, bu gibi şirket hikayeleri yazan insanlar alacakları telif karşılığında ne denli özgür yazacakları konusunda ciddi kaygılar yaşıyor. Öte yandan ben, giriş kısmında özel olarak şirkete saldırmak gibi bir amacım olmadığını belirterek başladım. Eğer bunu yapsaydım, yani şirkete saldırsaydım, kontratı alamayacaktım. Neticede şirket benden pek memnun kalmadı. Benimle anlaşırken amaçları işbaşındaki işçilerin renkli tasvirlerini yapmammış. Halbuki ben gelişmeyi sağlayan insanlara, yani yönetim kuruluna odaklanmak istiyordum. Bir kapitalist sistem tarif ettim ve bunu, bana para ödeyen insanları göz önünde bulundurarak yapmayı denedim. Dürüst olmak gerekirse bana ilham veren Valezquez oldu. Amacım kitaptaki örtük eleştirinin önümüzdeki iki asır boyunca ortaya çıkmamasıydı. Valezquez’in, halkın şehrin anahtarlarını fatih İspanyol kralına takdim ederken çizmesi gibi. Bugün onun ne anlatmak istediğini anlamak zor değil. Lakin İspanyol saray erkanı bu tabloyu onaylamıştı. Bu tip saldırılardan paçayı kurtarmak gerçekten inanılmazdır.
Muhabir: Farklı zamanlarda Berlin’de bulunduğunuzu, vakit geçirdiğinizi biliyoruz. Alman kültürünün sizin üzerinizde nasıl bir etkisi var?
Solstad: Sadece tek bir dil konuşabiliyorum ve tek bir kültüre özel olarak bağlı bir yazar olarak görüyorum kendimi. Norveççe dışında düşünmenin nasıl olduğunu bilmiyorum. Aynı zamanda Orta Avrupa edebiyatının üzerimde çok fazla etkisi olduğunu da kabul ediyorum. Okuduğum yazarların Alman, Fransız veya Leh olup olmadığıyla ilgilenmiyorum çünkü hepsinin tercümelerini okuyorum. Fakat bu yazarları Orta Avrupa kuşağı içinde tanımladığım da bir gerçek. Orta Avrupa’nın 1920’lerde çıkardığı büyük romancılar, romanı en üst seviyeye taşımışlardır.
Muhabir: Dışarıdaki eleştirmenler sizin tonunuzu Thomas Bernhard’a benzetiyorlar. Acaba bir şekilde tonunuz Almancayı andırıyor olabillir mi?
Solstad: Dediğim gibi Alman yazarların sadece çevirilerini okudum. Dolayısıyla bu üzerinde çok düşündüğüm bir konu değil. Bazı arkaik deyişleri, İncil’de geçen türden modası geçmiş terimleri bir tezat oluşturmak için kullanıyorum. Bunu gösteriş için yapmıyorum sadece günlük dilin sıradanlığına karşı oynadığım ince bir oyun bu.
Muhabir: Tarzınızı en başta bulmuş muydunuz yoksa zaman içerisinde mi geliştirdiniz?
Solstad: İlk romanıma baktığım zaman bugünkü tarzım ile arasında çok fazla fark göremiyorum. Sadece o dönem daha kısa cümlelerim varmış. Bunun sebebi, o dönem çalıştığım yayın evlerinin tayin ettiği editörlere bağımlı olmamdı. Aslında muhteşem iş çıkaran editörlerin karşısına dikilecek otoritem yoktu. Ama onların uzun cümlelere olumsuz yaklaştığını ve bitmek bilmeyen paragrafları bağladıklarını hatırlıyorum.
Roman 1987 kitabımda uzun cümle işini zirveye taşıdığımı sanıyorum. Aynı zamanda bir kırılma noktasıydı çünkü ilk defa Proust’u kullanmıştım. 1970’lerden bu yana Proust’u okuyordum fakat daha önce ondan mülhem herhangi bir şeyi romanlarımda kullanmamıştım. Bu romana iyi oturduğunu düşündüm. Sonrasında, yapmacık gibi görünmesinden oldukça korktum. Dikkat et yoksa bu basmakalıp bir şeye dönüşecek noktasına geldim.
Muhabir: Bir defasında insan Proust ve Joyce’tan birisini seçmelidir demiştiniz.
Solstad: Bunu kendi tecrübelerimden yola çıkarak söyledim. Ve bazı insanların her ikisini aynı anda özümsemesine biraz şaşırırım. Hatta kendimin Proust’u seçmesine de şaşırırım çünkü Joyce ile hem hayat hikayemiz hem hayat tarzımız hem de mizacımız daha yakındır. En azından bir Fransız aristokratından daha fazla ortak noktamız var. Mahcubiyet ve Haysiyet kitabımdaki karakter, Thomas Mann’ın bir romanındaki küçük bir karakteri oynamak için tiyatro seçmelerine çağrılmayı hayal ediyordu. Onu asla Proust’un bir eseri için seçmelere göndermezdim. Buna cesaret edemezdim.
Muhabir: Peki onu Joyce için seçmelere göndermek bir seçenek olamaz mıydı?
Solstad: Hayır. Eğer bilinç akışı üzerine bir deneme yapsaydım sanırım hemen başarısız olurdu bu. Eğer deneseydim, kendime hemen “bunu niçin yapıyorsun” diye sorar ve oracıkta keserdim.
Muhabir: Bilinç akışı size niçin çekici gelmiyor?
Solstad: Bunun dünya şampiyonu gibi hissettirdiğini düşünüyorum ki ben bu hissi sevmiyorum. Benim amacım günde 5 sayfadan fazla yazmamak. Bunu geçtiğimde, zehirlenme dediğim durumu yaşıyorum. Yazının dünya şampiyonu olduğunuz hissine kapılırsanız her şeyi yazabileceğinizi düşünürsünüz. Bilinç akışı yazarlarına olan şey budur çünkü zor değildir. Sayfa açar ve içinizi dökersiniz. Ben günde 5 sayfada fazla yazsaydım, 3. Sayfadan itibaren çok eleştirel okurdum yazdıklarımı. 3 ile 5. Sayfaların arasında mutlaka bir şeyler olmalı. 5. Sayfadan sonrasını ise kaldırıp atardım.
Muhabir: Bahsettiğiniz gibi, Macubiyet ve Haysiyet’teki karakter kendisini Thomas Mann’ın seçmeleri için hayal ediyor. Niçin Mann?
Solstad: Bu kitabın kahramanı Mann’ın büyük bir hayranı. Bana düşen onun hayallerini bağlama oturtmaktı. Bunlar eğitimli birinin gece birasını yudumlarken düşüneceği tarz şeylerdir. Proust hakkında da düşünür ama daha az ümitlidir tabii ki. Proust ve Mann’ın ortak noktaları snob olmaları ve ona yukarıdan bakmalarıdır. Ama Mann bunu Proust’tan daha az yapar. Öte yandan Joyce muhtemelen daha arkadaşça ve neşeli olurdu muhtemelen.
Muhabir: Peki Mann hayranlığı sizi yansıtıyor mu?
Solstad: Çok fazla hem de. Yazmanın keyifli taraflarından birisi bu. Kahramanınıza kendi önyargılarınızı ve fikirlerinizi yedirebiliyorsunuz.
Muhabir: Anladığım kadarıyla, yazarların karakterlerine kendilerini yansıtmadığı iddiasına inanmıyorsunuz.
Solstad: Yazarların kendilerini savunma stratejilerine kesinlikle itibar edilmemeli. Hayır. Öte yandan bunun tersinin de doğru olacağına güvenemeyiz. Bir yazar olarak, kahramanınıza sizde olmayan özellikleri vermeniz sadece bir hak değil aynı zamanda bir ödev. Benim için durum şöyle; ben kahramanımın etrafında dolaşıp kirli çamaşırlarını dökmüyorum. Hakkında yazdığım insanların kirli çamaşırları benim meselem değil. Bunun bir anlamı yok. Ben yazdığım karakterlerden daha iyi olduğumu ispat etmeye de çalışmıyorum. Ben karakterlerime karşı bir sempati besliyorum ve onların görüşlerini büyük ölçüde paylaşıyorum. Eğer ben her söylediğime karşı çıkan insanlar ile karşılaşmak istersem bunu gerçek hayatta yapabilirim. Bana muhalif olan insanlarla karşılaşmak istediğim son yer kendi kitaplarım.
Muhabir: Sizin çalışmalarınızın kamusal algılanışı üzerine bir tartışma sürüyor. Eleştirmenler sizin çok katmanlı ironik üslubunuzu takdir ederken siz ironik olmadığınızı ve bu şekilde tanımlanmaktan artık yorulduğunuzu söylüyorsunuz. Çalışmalarınızda gerçekten ironik hiçbir şey yok mu? Ya da sizin tepkiniz ironik olarak nitelendirildiğiniz zaman romanlarınızdaki diğer boyutların kaybolacağına dair endişenizin getirdiği bir tepki mi?
Solstad: Sanırım ikincisi. İroni resmin bir parçası ancak ironiyle çelişen veya onu farklı yönlere doğru genişleten birçok başka boyut da var. İnsanlar sadece ironiyi aldığında ve yaptığım işin özünü buna indirgediklerinde haliyle ben de protesto ediyorum.
Muhabir: Profesör Andersen’in Gecesi romanınızın eleştirmenlerini, kitabın merkezindeki tanrıyı göremedikleri için azarlamıştınız. Eleştirmenlerin ironiye çok fazla odaklanmaları bu tip şeyleri gözden kaçırmalarına mı sebep oluyor?
Solstad: Eleştirmenler için yazdıklarımla Tanrı kavramını ilişkilendirmek kolay değil çünkü benim gibi bir yazardan bunu beklemiyorlar. Tanrı kelimesini kullandığınız zaman eleştirmenler sizi dindar sanıyor ve bununla ne yapacaklarını bilmiyorlar. Tanrıdan konuşmam yerine, benim kendi kuşağımın, yani baby boomers kuşağının, güçlü kişilerini hicvetmemi takdir ediyorlar çünkü ben bir Christmas partisinde kamu görevlilerini ve iyi eğitimli kişileri bir araya getiriyorum. Ama benim bunları hicvetmek gibi bir niyetim yok. Christmas partisinin gösterdiği şey, orada bulunan insanların hayatın güneşli tarafında olmalarına rağmen halen daha kendi güçlerini tanımlayamamış olmaları. Kendilerini hala muhalif sanıyorlar. Ben toplumdaki belirli bir tabakayı anlatıyorum. Bu durumu mizahi bulmuyorum, sadece tarif ediyorum. Eğer akşam yemeği için buluşan bir grup doktor, psikolog ve profesörü tarif edersem bu komiktir zaten. Benim onların yediği tavukları veya içtiği şarapları tarif etmem eğlenceli olmak zorunda mı? Hayır. Komik olan bunlar sadece bir kitapta yer aldığı için bunu eğlenceli bulmaktır.
Bence insanlar bir şeyi okumak ile okuduklarını ifade etmek arasında bir ayrım yapmalı. İnsanlar benim kitaplarımı umduğum şekilde, iyi kötü okuyorlar. Ama bir kitabı incelediğiniz zaman, tecrübe ettiğiniz, bildiğiniz kelimeleri bulmak zor olabilir. Sıkça kendi kendime düşünüyorum. Kendimi bu sefer olabildiğince çıplak bir şekilde gösterdim diyorum. İnsanların ne diyeceği üzerine kafa yoruyorum. Ama hepsi son bulur. İnsanlara bir şeyler anlatabilmek inanılmazdır ve ben yıllardır bunu daha açık bir biçimde yapıyorum. Çünkü bir romanda söylemek istediğimiz her şeyi söyleyebildiğimizi keşfettim. Bunu tecrübe ettikten sonra birçok korkumdan da arındım.
Muhabir: Çünkü yayınladığınız kitabın sizi incitmemesi gerekiyor?
Solstad: Doğru. Eğer benim kahramanlarımla özdeşlik kuruyorsanız, beni kolay kolay sinirli olmakla suçlayamazsınız. Kim yürümek dururken kendini bir tekerlikli sandalyeye mahkum eder ki? Kim buna mecbur olmadığı halde başka bir adamın çocuğunu sırf başkalarının gözünde utanılacak bir duruma düşmemek için büyütür ki? Bunları okuduktan sonra sorulması gereken soru, yazarın hayatında bizden gizlediği daha ne kadar utanç verici durum var olur. Ben, bu ifşa olma korkusuna karşı iyi bir mantık kurdum. Fakat edebiyat böyle işlemez. Bunu keşfettiğin an bir rahatlama hissedersin. İnanılması güç şeyleri yazara yakıştırmadan okursun.
Muhabir: Bir seferinde, 1999 yılında basılan T. Singer romanınızla birlikte işinizi bitirdiğini söylemiştiniz. O günden bu yana dört roman ve birçok makale bastınız. İşlerini bitirdiğini söyleyen bir yazara göre oldukça aktifsiniz.
Solstad: T. Singer’ı yazdığım zaman hali hazırda formel ve tematik özelliklere sahip 4 kitap yazmıştım. Daha sonra bu tarzda iyi olduğumu ve mükemmelleştirmem gerektiğini düşündüm. Aynı zamanda ekleyecek pek bir şey bulamasam da yeni bir şeyler yapmak istiyordum. Sonra düşündüm ve neden işimi bitirdiğimi ilan etmeyeyim dedim. Eğer daha fazla kitap yazacaksam bu bonus olacaktı. İşimi bitirdiğimi söylemem beni rahatlattı ve yeni düşünme yolları açtı önümde. Dolayısıyla yeni kitaplar daha önce hiç yapmadığım şeyler oldu. Benim için bir şeyler yapabilmek ve bunu diğer insanlara sinyal olarak göndermek önemliydi.
Muhabir: Tamam şu anda özgürsünüz ama kurtuldunuz şey nedir?
Solstad: Kendimi nitelik takıntısından hiç kurtaramadım. Fakat omuzlarınızı gevşetmeniz genellikle yazma işini kolaylaştırır. En büyük zevklerimden birisi Dünya Kupası üzerine kitaplar yazmaktı. Ve kabul etmeliyim ki bu kitaplar benim standartlarımın altındaydı. Kitapları birlikte yazdığımız arkadaşımla sadece birkaç haftamız vardı ve düşünmek için pek zamanımız yoktu. Doğal olarak bu rahatlatıcı, özgürleştirici bir şey oldu.
Muhabir: T. Singer romanınızı formel mükemmelliğe ulaştığınız nokta olarak tanımladınız. Bu kitapta sizi mutlu eden şey neydi?
Solstad: Bilmiyorum ama kişisel olduğundan şüpheleniyorum. Bu kitapta benim sesimin çok fazla duyulduğunu biliyorum. Ama Mahcubiyet ve Haysiyet’in kahramanı Elias Rukla ile daha yakın hissediyorum kendimi. Rukla neredeyse benimle anılır çünkü doğduğum yerdeki küçük nehirin ismidir. Elias ise babamın favori peygamberidir. Singerle olan şey de biraz böyleydi. Onun sesi bana çok yakındı.
Muhabir: Kitabın son bölümünde şöyle bir kısım var: “Keşke Singer’ın düşünemediği bir şeyleri söyleyebilseydim. Söylemek istediğim bazı şeyler var ama maalesef kelimelerim yok. Singer’ın tepkilerinin bittiği yerde benim de lisanım bitiyor.”
Solstad: Bir romanda bunu vurgulamak benim çok nadiren yaptığım bir şeydir. O yüzden benim için gerçekten çok önemli olmalı.
Muhabir: Çocukluk hakkında çok nadiren bir şeyler yazıyorsunuz ama bu kitap Singer’ın çocukluğunda utanç içinde kaldığı bir andan bahsederek başlıyor. Niçin burada bir çocukluk anısını kullandınız?
Solstad: Bana da böyle şeyler olduğunu hatırlıyorum. Eğer utanç duygusu bir romanın konusuysa, insanların sonraki yıllarda kendi utanç anlarını kolaylıkla unuttuklarını hesaba katmalısınız. Erken dönemde yaşanan utançlara dair anlar ise insanın beyninde takılı kalır ve Singer’ın tepkisine benzer tepkilere sebep olur. Çocukluk çağı hakkında yazmak zorundaymışım gibi hissetmedim ama burada bunu yapmanın bir mantığı var. Hepsinden beteri, bu gerçek bir hatıra. Bu bölümü doğrudan kendi çocukluğumdan aldım ve o utancın yaşandığı anı yeniden hatırladım.
Muhabir: Bu küçük kısım bizi utanma ve mahcubiyet üzerine derin düşüncelere sevk ediyor. Singer bundan kaçmak için hem kendi hem de başkaları için bir muammaya dönüşmek gibi bir strateji uyguluyor. Nasıl görüldüğümüzü kontrol etme ihtiyacı sizin için önemli bir tema anladığım kadarıyla.
Solstad: Öyle olmak zorunda. Kitabın asıl gizemli noktası, karısını otomobil kazasında kaybettikten sonra hiçkimseye boşanmak üzere olduklarını söylememiş olması. Kadının ailesinin beklemediği şekilde üvey baba kızına sahip çıkıyor ve onu büyütme işini üzerine alıyor. Niçin? Bir adam diğer bütün seçeneklere bir tarafa bırakıp hayatını temelden etkileyecek bu kararı çok da fazla muhabbet beslemediği bir çocuk için alıyor. Açıklaması ise teşhir edilme korkusu. Kendisi için hiçbir anlamı olmayan bir seçim yapıyor. Çünkü one göre, eşiyle birbirlerindan uzaklaşmalarını kabul etmenin utancından ancak bu şekilde sıyrılabilecek. Belki ben normal bir insan olmadığım içindir ama tamamen bu tavrı anlıyorum.
Kitabı yazmamın üzerinden 20 sene geçti ve şu anda dışarıdan nasıl göründüğümüz sorusu her zamankinden daha merkezi bir rol oynuyor. Dürüst olmak gerekirse, herkesin dışarıdan nasıl göründüğümüzün önemi üzerine konuştuğu şu günlerde bu kitabı yazabilir miydim bilmiyorum. Fakat beni şekillendiren kültür içinde kimse bu şekilde konuşmuyordu bu konuyu. Bende bir şeyleri açığa çıkardığıma dair bir his vardı.
Muhabir: Bu görülme halinde hissedilen utanç yeni kuşakların pek anlayabileceği bir şey değil çünkü pozitif ya da en azından mecburi bir durum olarak algılanıyor dışarıdan görülme hali.
Solstad: Bu kitabı şu anda yazmak ilginç olur muydu emin değilim. Ama bu bir yana, ben utanma duygusuna sahip olduğum için utanç içinde değilim. Hatta utanabildiğim için oldukça mutluyum. Bu sıkıntılı da olabilir ama bu histen yoksun olarak yaşamak istemezdim. Bazen kültürümüzün ve hayatımızın pürüzsüz ve kozmetik olduğuna dair bir izlenime kapılıyorum. Sadece bedenlerimizi değil ruhumuzu da kapsıyor bu. Hiç psikoloğa gitmedim. Etrafta insanların gelişmek için gittikleri psikologlar görüyorum. Ben gelişmek istemiyorum. Eğer gelişseydim daha iyi hissederdim muhtemelen ama romanlar bunun için uygun değil.
Muhabir: Görünüşe göre Björn Hansen de anlamsız bir seçim yaptı ve bacaklarında bir sorun olmamasına rağmen tekerlekli sandalyeye mahkûm etti kendisini.
Solstad: Björn Hansen’de Singer’da olmayan protest bir tavır var. Bunlar roman içinde karakterlere bahşedilmiş özgürlüklerdir. Eğer romandaki insanların gerçek hayattakilerden bir farkı yoksa roman yazmanın bir anlamı da yoktur. Bu onların özgürlüğüdür. Elbette yazarın görevi bu özgürlüğü makul hale getirmektir. Gönüllü olarak tekerlekli sandalye kullanan bir adamı yazdığınız zaman kendinize şunu sormalısınız: Okuyucu bunu alır mı? Romana başladığım zaman meselenin tekerlikle sandalyede son bulacağını biliyordum. Bütün romanı bu sona ulaşmak için yapılandırdım ve bu sonu makul gösterebilmek için uğraştım.
Muhabir: Psikolojik gerçekçilik hiç size göre olmadı ama bir romanın makul olabilmesi için psikolojik olarak da makul olması gerekmez mi?
Solstad: Hikayelerimi inandırıcı kılma ihtiyacı ve bunun için makul bir dünya inşa etmek beni okuyucularıma bağlayan şey. Diyebilirim ki, roman öncelikle benim fantezimdir. Okuyucu buna karşı dönüp, senin fantezini niçin umursamalıyım diyebilir. Ben de cevabımı oraya yazarım. Makuliyet, yazar ile yazarın hayal ettiği okuyucu arasında oynanan bir oyundur. Sanırım okuyucu benim için genel olarak iddia ettiğimden daha önemli. Ticari bir varlık olarak okuyucuyu umursamıyorum, bu yüzden kitaplarımı kaç kişinin okuduğuyla pek ilgilenmediğimi söylüyorum. Ama tabii ki okuyucu benim için en temel mesele çünkü düşüncelerimin muhatabı o.
Muhabir: Yazarken bir okur hayal edip ona yazdığınız anlamına mı geliyor bu?
Solstad: Doğrudan böyle değil. Ama yüzümü döndüğüm bazı kişiler ve yüzbinlerce kişilik anonim insan topluluğu değil bu. Oturur ve tüm gün kendimle konuşurum. Bir noktada bu günler süren bir karşılıklı konuşmaya dönüşüyor bu zihnimde. Bununla birlikte hayal ettiğim okurla da endişelerim üzerine tartışmalara girişiyorum. Bu okurla edebi meseleleri veya şekilsel konuları tartışmıyorum. Sadece gizemli ve buğulu konuları konuşuyoruz.
Muhabir: Kahramanın Afganistan Savaşı sırasında Norveç’in Londra büyükelçisi olarak görev yaptığı, Armanda V. Romanında iki olgu gözüme çarptı. Büyükelçinin istediklerini söylemekte özgür olmaması ve yazarın haddinden fazla özgürlüğe sahip olması.
Solstad: Herkes romanda örtülü bir eleştiri olduğunu düşündü çünkü oğlu savaşta kör olmasına rağmen görevine devam eden bir karakter var. Fakat roman bununla alakalı değil. Büyükelçi ve onun ne denli özgür olmadığı hakkında yazarken kendimin de bir o kadar bir şeyleri söylemek için özgür olduğunu fark ettim. Kitaptaki en önemli şey budur.
Muhabir: Amerikan elçisini domuz kafalı birisi olarak tarif etmeniz tartışma yarattı.
Solstad: Bunu gerçekçi, düz ve basit olduğu için yaptım. Yazmaya başladığım zaman bunun siyasi bir roman olduğunu düşünmüştüm ama şimdi geri dönüp baktığımda bundan emin değilim. Romanın asıl teması, benim istediklerini söylemekte gerçek anlamda özgür olan çok az sayıda insandan bir tanesi olduğum gerçeği. Burada sorulması gereken soru şu: Ben bu konuda ne yapıyorum?
Muhabir: Armanda V. Kendinizi eleştirdiğiniz bir roman mı?
Solstad: Buna açık ama daha çok Batı dünyasındaki yazarların özgürlüklerini keşfetme üzerine. Bizlerin toplumun geri kalanına uygulanan yaptırımlardan muaf olduğumuz bir gerçek. Eğer sanatçıysanız rezil şeyler yapabilir, skandallara karışabilirsiniz. Bu sizin ününüzü arttırır sadece. Yazar olmanın ayrıcalığı, seçim yapmak zorunda olmamanız. Kendinizin reklamını yapmak için konuşmak zorunda değilsinizdir. Özgürce konuşabilirsiniz. Bugün benim pozisyonum bu. Bir yazarın özgürleri diğerlerinin sizin için yarattığı dili konuşmamakta özgür olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında, toplumumuzdaki yazarların bu özgürlükleri ne denli az kullandıklarına hala şaşırıyorum. İnsanların sanatsal kabiliyetlerini aptalca hatta gülünç bir şekilde kullanmalarına hala şaşırıyorum. İnsanların kışkırtıcı sanat üzerine yaptığı konuşmalar beş para etmez, hatta kışkırtıcı bile değiller. Cinsel veya şiddet içeren betimlemelerle sınırları aşmaya çalışmak anlamsız. Bunlar taklit edilen tabulardır gerçek tabular değiller.
Muhabir: İmtiyaz ve özgürlük kelimelerini aynı cümlede kullandınız. Bu imtiyazlı özgürlük belirli sorumluluklarla birlikte gelmez mi?
Solstad: Eğer iyi sanattan konuşuyorsak gelmez. İyi sanat yapan birçok insan var. Knut Hamsun mesela. Hepimiz onun birçok konuda daha farklı bir tutum almasını beklememize rağmen bu iyi sanat yaptığını değiştirmez. Eğer bir yazarsanız, iyi bir sanat eseri çıkartmak sizin birincil sorumluluğunuzdur. Bunu sadece bir yazar değil bir okur olarak da söylüyorum.
Muhabir: Gazeteciler hep “özgürlük sorumlulukla birlikte gelir” der. Dolayısıyla, olayları özgür bir bakış açısıyla değerlendirme lüksüne sahip olan yazar ve sanatçılara savaş, hükümet vs. konularda ne düşündüklerini sorarlar. Size bu özgürlükleri veren demokrasi için bu sorulara cevap vermek gerekmiyor mu?
Solstad: Gazeteciler beni bu konuları konuşmak için bir dönem ararlardı ama artık aramıyorlar. Özellikle Michale Jackson öldükten sonra. Bir gazeteci beni aramış ve Michael Jackson hakkında ne düşündüğümü sormuştu. Sadece güldüm. Beni Paul Anke ölünce arayın!
Muhabir: Editörleriniz kitaplarınızı çok fazla etkiliyorlar mı?
Solstad: Elbette ama majör değişiklikler talep ettiklerini hatırlamıyorum. Çalışırken sürekli yeninden yazarım ama bunu sadece ben görürüm. Bir seferinde, editörlerimizden birisi, bana tavsiye ettiği minör değişiklikleri kabul etmediğim için gece gözüne uyku girmediğini söyledi. Ben de uyuyamıyorsan değiştirelim dedim. Neticede bir gece uykusunu feda etmesine değecek bir şey değildi benim için.
Yazım yanlışlarına çok takılmam, yeni baskılarda bile değiştirmeye yeltenmem. Fact checking ile kendimi yormam. Romanlarımdan birinde, Roman 1987’de, hız pateni dalında dünya rekorlarını sıraladım ve bunu hafızamı kullanarak yaptım. Hikâye hayatını gözünün önünden geçiren bir adam tarafından anlatılıyordu. Ve hatırlamaya çalışan bir adam aslında bilgisine güvenebileceğiniz birisi değildir.
Muhabir: Kitaplarınızı bitirmeden önce onları herhangi birinin okumasına müsaade ediyor musunuz?
Solstad: Metni bitirdikten sonra eşime okumaktan mutlu olurum ama bitmeden bu konuda konuşulacak bir şey yoktur. Yazdığım şeyler hakkında, metni bitirmeden, ağzımdan tek kelime çıkmaz.
Muhabir: Yakın zamana kadar daktilo kullanıyordunuz. Beğenmediğiniz bir kısım olduğunda ne yapıyordunuz?
Solstad: Çoğunlukla bütün sayfayı yeni baştan yazardım. Genellikle doğru gitmeyen şey metnin ritimi olurdu. Ritmi yakaladığım an o şekilde bırakırdım.
Muhabir: Her gün yazıyor musunuz?
Solstad: Uzun zamandır 3-1-3 adını verdiğim bir çalışma sistemim var. Üç gün çalışıyorum ve üçüncü günün öğleden sonrasını bir şeyler içmeye ayırıyorum. İstediğim kadar sarhoş oluyor ve ertesi günü dinlenmeye ayırıyorum. Ve sonraki 3 gün için dinlenmiş oluyor, çalışmaya devam ediyorum. Yıllar geçtikçe daha az içiyorum. Fiziksel olarak daha iyi durumdayken sürekli içiyordum. Şu andaki sistemime göre, tek bir tatil günüyle, daha fazla çalışabiliyorum.
Muhabir: Yazmaya her zaman en baştan mı başlarsınız? Nereden başlayacağınızı biliyor musunuz?
Solstad: Hayır. İlk yazmaya başladığımda bitirdiğim şey başlangıç kısmı olur. Ama yazmaya başladığımda ilk cümle üzerine çok baskı yaptığımı sanmıyorum. Yani sadece başlarım. Ve çoğunlukla başlangıç kısmı yerinde durur. Kendimi bunun geçici bir başlangıç olduğuna inandırırım. Genellikle sistemli bir plan yerine sezgilerimle yazıyorum. Omuzlarımın üstünde dolu bir kafam olmasına rağmen büyük bir düşünür olduğumu sanmıyorum. Bir romanda, fikirler romanın nasıl düşündüğünü gösteren küçük şeylerdir. Bir noktada artık roman yazmayacağımı söylemiştim ama fikrimi değiştirdim. Ben bu işi kalpten yapan birisiyim. Kısa öyküler yazdım ama iyi olmadı. Oyun yazmaya çalıştım iyi olmadı. Şiir, kesinlikle iyi olmadı. Essay yazdım ama romanlarda daha fazla şey yapabiliyordum.
Aslında yeni bir roman fikrim var. (Elindeki sarı defteri sallıyor) Bunun içinde ilk cümle olmasını istediğim bir şeyler var. Size söyleyemem, ben de tam hatırlamıyorum doğrusu. Ama doğru zamanın gelmesini bekliyorum.