[voiserPlayer]
Temmuz sıcağında Vaşington’da, İran ile muhtemel bir savaş ihtimali şehirdeki siyasi tartışmayı canlı tutan en önemli konular arasında. Hürmüz Boğazı ve Umman Körfezi’nde uluslararası petrol tankerlerine yönelik saldırılar, el koymalar, askeri tedbirler, drone saldırıları, diplomatik krizler ve karşılıklı suçlamalar savaş ihtimaline işaret eden gelişmeler. Vaşington’daki kaygının sebebi Beyaz Saray’ın Amerika’nın çıkarlarını bir yana bırakarak maceraya girme eğiliminde olduğu. Başkan Trump tanker krizlerine kadar olan süreçte ekibinin şahin eğilimlerini dizginlemiş ve sorunun diplomasi ile çözülebileceğine vurgu yapmıştı. Ancak tırmanan gerilim sonunda savaşa yol açabilecek yeni bir kriz dalgasını gündeme getirdi.
Başkan Obama döneminde sancılı bir süreçle İran ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 5 üyesi ve Almanya’nın dahil olduğu P5+1 grubu kapsamlı bir nükleer anlaşma imzaladı. 20 Temmuz 2015 tarihinde BMGK, 2231 sayılı kararı ile İran Nükleer Anlaşması (JCPOA) İran’ın yükümlülüklerine denetleme görevini Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na (UAEK) vermiştir. Obama projesi olarak görülen nükleer anlaşma büyük oranda İran tarafının verdiği tavizler ile mümkün olmuştur.
Anlaşmanın imzalanması sürecini Türkiye ve Brezilya’nın İran’ı ikna etmesi ile 2010 yılında imzalanan Tahran Anlaşması üzerinden okumak mümkün. Obama’nın onayı ile başlatılan süreç muhtemelen Amerikan yönetiminin beklemediği şekilde İran’ın rızasının alınması ile sonuçlandı. Ancak Tahran Anlaşması İran ile Amerika arasında bir anlaşma ile sonuçlanacak kadar iyi bulunmadı. Obama yönetiminin biri açık, diğeri net ifade edilmeyen iki psikolojik bariyeri, nükleer anlaşma sürecini 5 yıl geciktirdi. Açıkça deklare edilmeyen, İran konusunun Amerikan yönetimi açısından “mahrem” bir problem olduğu, kontrolü dışında gelişmelere kapalı olduğuydu. Obama’nın öncelediği diğer konu ise uluslararası meşruiyet ve çözüm ortaklığı konusuydu.
Trump yönetimi Obama projesi olarak gördüğü İran nükleer anlaşmasından çekilerek, aslında Amerikan dış politika ve güvenlik yapılanmasının derinlerinde yer alan İslam devrimi sonrası İran’ı ile hesaplaşma gereği kanısına oynamıştır. Bu ekole göre daha fazla gecikmeden ve herhangi bir anlaşmadan önce bu hesaplaşma gerçekleşmeli. Trump’ın etrafında bu ekolden isimlerin yer alması Vaşington’da korkulan savaş senaryolarının temel sebebi. Trump yaslandığı bu ekolden farklı olarak İran’a karşı “maksimum baskı” rejimini sürdürmek, İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliği (BAE) gibi müttefiklerinin beklentilerini karşılamak ve bu beklentileri Amerika için maddi faydaya dönüştürme politikası izliyor.
Amerika’nın nükleer anlaşmadan çekilmesi ve çok güçlü yaptırımlar ile İran’ın üzerine gelmesi ise İran rejiminin gözünde anlaşmanın anlamını yitirmesine yol açtı. En önemli motivasyon yaptırımların kademeli ortadan kalkacağı, İran’ın dünya ekonomisine yeniden entegre olacağıydı. Kısa bir rahatlama sonrası şartların ağırlaştığı bir dönem başladı. İran ekonomisi ağır baskı altında, İran halkı temel ihtiyaç maddelerine kadar inen, gündelik hayatın çok zorlaştığı günlerden geçiyor. İran yönetimi yaptırımlara karşı iki farklı politikayı hayata geçirmeye çalışıyor. İlki yaptırımların meşru olmadığına yönelik uluslararası kamuoyu oluşturmak. İkincisi ise Umman Körfezi ve Hürmüz Boğazı’nda Amerika’nın deniz güvenliği stratejilerine meydan okuyarak, muhtemel bir savaşın maliyeti ile ilgili farkındalık oluşturmak. İlki uluslararası toplumun Amerika baskısına direnci, ikincisi ise hassas petrol akışı jeopolitiğinde gerilimi yönetme kabiliyetine bağlı gözüküyor.
Türkiye-İran ilişkileri hemen her dönem kelimenin tam anlamıyla “kompleks” bir çerçevede cereyan etmiştir. Arap Baharı sonrası Türkiye ve İran farklı politikalar izlemiş, İran rejimlerin güvenliği yönünde pozisyon alırken, Türkiye popüler ayaklanmaları desteklemiştir. İran ve Türkiye’nin Arap Baharı sürecinde beklentilerinin gerçekleşmediği, bu iki ülkenin Arap olmayan bölge ülkeleri olarak dışlandıkları bir döneme girilmiştir. İran bölgede daha önceki dönemlerde oluşturduğu prestijini kaybetmiş, Türkiye’nin Katar dışında Arap müttefiki kalmamıştır.
Bu dinamikler içerisinde ikili ilişkiler Suriye’de farklı bir teste tabi tutulmuştur. İran kritik bir kararla Esad rejiminin yanında yer almış, Afganistan’dan Lübnan’a kadar devşirdiği Şii paramiliter güçleri Suriye iç savaşında kullanmaktan çekinmemiştir. Suriyeli Araplara karşı savaşan Şii unsurlar imajı Arap dünyasında pekişmeye başlamıştır. Türkiye’nin muhalefete desteği ise Sünni grupların yanında yer alma ve mezhepçi bir tavır olarak yansıtılmıştır. Taban tabana zıt pozisyonlara rağmen, Türkiye ve İran, Rusya ile birlikte üçlü bir süreç ile Suriye’de siyasi çözüm arayışlarına başlamıştır. Türkiye’nin Arap ülkelerinin ekseriyetinden farkı İran’ı bölgenin önemli bir aktörü olarak görmesi ve çözüm ortağı olma potansiyeline inancıdır.
Türkiye’nin İran ile dış ticareti 10.5 milyar dolar civarındadır. Bunun 3.5 milyarı ihracat, 7 milyar doları ise ithalattır. İki ülke arasında dış ticaret hedefi 30 milyar dolardır. Türkiye geçmişte İran’a yönelik yaptırımların etrafından dolanmayı başarmış, muafiyetler oluşturabilmiştir. Türkiye Trump yönetiminin İran petrol satışında muafiyet uyguladığı 8 ülkeden biri olmuştur. Ancak Mayıs 2019 itibarıyla bu muafiyet sona ermiştir. Doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yaptırımların haksızlığına vurgu yapılmıştır. Her ne kadar yaptırımlara direnme sinyalleri gönderilse de, Türkiye’nin yaptırımlara uyacağı pratik adımlarından gözlenmektedir.
Türkiye’nin kullandığı enerjinin yüzde 60’ından fazlası doğal gaz ve petrolden elde edilmektedir. Bu iki yeraltı kaynağında neredeyse tamamen dışarıya bağımlılık söz konusu. Türkiye’nin petrol ithalatının yüzde 45’i İran’dan gerçekleşmekteydi. Ancak bu oran yüzde 15’e düşmüştür. Bu düşüş yaptırımların dikkate alındığının göstergesidir. İran petrolünün müşterisi TÜPRAŞ’ın Amerikan yaptırımları riskini almak istemeyeceği öngörülebilir bir durum. Petrol ithalatında düşüş Rusya’ya daha fazla bağımlı olma sonucunu doğuracaktır. Doğalgaz, nükleer ve kömüre ek olarak petrolde bağımlılık dikkate alınması gereken bir duruma dönüşecektir. İran’ın petrol ihracatında kayda değer düşüş ayrıca petrol fiyatlarını artırarak, ithalat dengesine olumsuz etkiyecek. İran ile dış ticaretin olumsuz etkilenmesi ise bir diğer sonuç. Özetle yaptırımların Türkiye’ye çok yönlü olumsuz etkisi görülmeye başlanmış, ve bu etki belirsizlik içinde daha da artacaktır.
Bölgesel bağlama bakılınca, nükleer anlaşma ile örtülü olarak İran rejiminde yumuşama ve İran’ın bölgede sorumlu bir aktör haline gelmesi iması vardı. Ancak Obama’nın Ortadoğu’dan çekilme vizyonu İran’a bölgede etkili olma imkanı sağladı. Arap Baharının etkisi, güçlü Arap ülkelerini etkisizleştirdiği Ortadoğu coğrafyasında, Vahhabî ideolojinin taşıyıcılığını yapan Körfez ülkelerinin yanında, İran’ın da bölgede düzen kurabilecek bir aktör olarak ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ancak bu perspektif İran’ın sınır ötesi aktivizminin sınırlarının sahada fark edilmesi ile İran’ın aleyhine bir duruma dönüşmüştür. İsrail-Körfez dengesi Trump yönetimini İran sorunları ile ilgilenme konusunda ikna edebilmiştir. Körfez ülkelerinin İran ile sorunları bilinen bir durum. Bir başka bilinen ise bu ülkelerin hiçbirinin tek başına -muhtemelen birlikte de- İran ile başa çıkabilme kapasiteleri olmadığıdır. Böyle bir maceraya girme eğiliminde değiller. En ideal durum olan, sorunla Amerika’nın ilgilenmesi opsiyonu Trump yönetimi ile ete kemiğe bürünmüştür. Her ne kadar Amerikan devlet yapısı içinde İran dosyasını açık tutmak isteyen gruplar olsa da İran bu anlamda Amerika’nın değil yeni ortaya çıkan İsrail-Körfez ekseninin problemidir.
Arap baharı sürecinde Bahreyn’i kaybeden İran, Yemen ve Suriye’de etkisini sürdürmek için elinden gelen çabayı gösterecek, Hizbullah ile Lübnan’da etkisini sürdürecek, Irak ile iyi ilişkileri devam ettirmeye çalışacaktır. Türkiye’nin İran ile ilişkileri, Amerika’dan bölge ülkelerine geniş bir yelpazede yakından izlenecektir. İran’a karşı bir müttefik olarak Türkiye’yi kazanamayan ülkeler, Türkiye’nin İran’la yakınlaşmasını istememektedirler. Katar’a yönelik yaptırımlarla başlayan Körfez krizi sonrası Suudi Arabistan ve BAE kaynaklı, Türkiye-Katar-İran bloğu spekülasyonları mevcut korkuları göstermektedir.
Türk-İran ilişkilerine tarihsel bir bakış ile isim bulmak gerekirse, en uygunu “kontrollü tansiyondur”. Türkiye için İran tarafının çöküşü istenen bir durum olmamıştır. Türkiye ve İran, ilişkileri kompartmantalize edebilmiş, siyasi krizlere rağmen ekonomik ilişkileri sürdürmüş, yaptırımlara direnebilmiş, siyasi gerilimleri krize dönüşmeden çözebilmiştir. İran’a yönelik bölgeden yada dışarıdan maceracı bir tavır Ankara’nın çıkarlarına aykırıdır. İran’ın jeopolitik konumu dışa doğru Orta ve Güneybatı Asya’dan Basra Körfezi’ne, Hazar havzasından Türkiye’ye geniş bir coğrafyada istikrarsızlığın dalga dalga yayılmasına yol açabilir.
Bu ölçekte bir çöküşün Türkiye ve bölgeye yıkıcı etkisi olacaktır. Türkiye açısından S-400 sonrası ortamda İran ile ilişkiler, Amerika ile yeni krizler anlamına gelebilecektir. Ankara için meydan okuma, kontrol edemeyeceği güçlü ve kararlı bir bloğun İran’ı baskılama siyaseti karşısında oluşabilecek istikrarsızlık ve güvenlik tehditleri karşısında ön alıcı politikalar geliştirmesi, İran ile çıkarları doğrultusunda ikili ilişkileri sürdürmesi ve başta Amerika olmak üzere dış politikasında bu sorun üzerinden yeni gerilim alanları oluşmamasını sağlamaktır.