[voiserPlayer]
Türkiye’de özellikle son iki senedir çok tartışmalı üst düzey bürokratik atamalar yapılıyor. Geçtiğimiz iki sene içerisinde Merkez Bankası Başkanı iki kez değiştirildi, üst düzey yöneticileri görevden alındı. Dışişleri Bakanlığı’nın teşkilat kanununda yapılan değişiklikle birlikte siyasi atamaların önünün açılmasıyla, AK Partili isimler, eski milletvekilleri, danışmanlar ve partililerin akrabaları büyükelçi olarak atanmaya başladı. Henüz Yargıtay’da hiçbir faaliyeti olmayan eski bir başsavcı, Anayasa Mahkemesine seçildi. Boğaziçi Üniversitesi ve Ordu Üniversitesinde şahit olduğumuz üzere, pek parlak akademik geçmişleri olmayan eski AKP milletvekili aday adayları, üniversitelere rektör olarak atandı. Kısaca, liyakatleri tartışmaya açık, iktidar partili ya da partiye yakın isimler, sırf siyasi çevrelere yakınlıkları ve iktidara sadakatleri sebebiyle üst düzey bürokratik pozisyonlara atandı. Öte yandan, özel sektör menşeili ve kendilerinden yüksek performans beklenerek üst düzey bürokratik pozisyonlara atanan, arka planı kuvvetli isimlerse, umulan başarıyı genelde sergileyemedi.
Liyakatleri tartışmalı partili isimlerin, özellikle son iki senede üst düzey bürokratik pozisyonlara atanmalarının; arka planı kuvvetli isimlerden görevlendirilenlerin de pek bir başarı sergileyememelerinin nedeni ne? Otoriter rejimlerde bürokratik atamalar, nasıl bir zihniyetle gerçekleştirilir?[ii] Bu atamalarda liyakat mı yoksa partiye/lidere/rejime sadakat mi önemlidir?
Türkiye gibi partili otoriter yönetimlerde, iktidar partisi mensupları ve otoriter rejim arasında zımni bir kamu hizmeti anlaşması söz konusudur. Otoriter yönetim, parti mensupları/destekçileri arasından seçici ve stratejik bir biçimde bürokrasiye atamalar gerçekleştirerek birkaç şeyi amaçlar:
1. Birincil amaç, parti mensuplarının/destekçilerinin rejimin politikalarına karşı çıkmalarını engellemek ve onları rejimin safında tutmaktır.
Otoriter yönetim, onları bir maaşla rejime göbekten bağlayarak kamusal söz ve iradelerini ipotek altına alır. Özellikle ekonomik-siyasi kriz dönemlerinde yeni bürokratik ofisler kurulur, pozisyonlar açılır. Parti mensuplarının bu görevlere atanmasıyla, muhalefete iltica etmelerinin önüne geçilmeye çalışılır. Türkiye’de kamuoyunda tepki çeken bürokratik atamaların son iki senede artış göstermesinin, AK Parti bünyesinden iki yeni muhafazakâr partinin çıktığı bir döneme denk gelmesi, bu yüzden tesadüf sayılmaz.
2. Her partili, bürokrasiye atanamaz elbette. Ama bürokratik kadrolara partililerin atanması, bir işaret fişeği görevi görür.
Örneğin, milletvekili adaylığına seçilemeyen biri, buna rağmen rejime bağlılığını sürdürmeye devam ederse, gelecek muhtemel fırsatlardan yararlanabilir. Misal, rektör ya da büyükelçi olarak atanabilir. Yani sadakatte sebat etmek, dikey mobilizasyon için önkoşuldur. Bu anlayışın yerleşmesiyle zaman, rejimin lehine işlemeye başlar. Çünkü bir partili rejimi desteklemeye devam ettikçe, sisteme karşı koyabilme ihtimali azalır. Zira artık daha fazla suça, daha fazla yanlış karara ortak olmuş, muhalefet sathında meşruiyeti dibe çökmüştür. Son kertede sabır ve sadakatle beklemenin ödülü, muhalefet etmenin getireceği riskten fazla hale gelmiştir.
3. Partililerin özellikle üst düzey bürokratik pozisyonlara atanmalarında bir diğer amaç, rant dağıtımını delege etmektir.
Üst düzey bir bürokratik atama, sadece tek bir kişi için iyi bir maaş demek değildir. Aynı zamanda yeni işe alınacak danışman ve yardımcılar için velinimettir. Atanmış partili, kurum üzerinden taşeron şirketlere dağıtılacak çeşitli ihaleler için musluğun başını tutar; hazine arazisi başta olmak üzere çeşitli kamu mallarında tasarruf sahibidir. Yani rejime daimî sadakati karşılığında, bu tarz mikro patronajlar için karar merci haline gelir. Kamu ihaleleriyle beslenen şirketlerin, hazine arazisine çöreklenen STK’ların eksik olmadığı özellikle Türkiye gibi geç kalkınmış ekonomilerde devlet, en büyük rant kapısıdır. Partili, sadakati karşılığında bu çarkın içinde etkin bir dişli olur ve bu sayede sosyal statü kazanır. Bu işten rejimin çıkarıysa aldığı komisyon hizmetidir. Atanmış partili, bir tür aracı görevi görür; rantın “yanlış ellere” gitmesinin önüne geçer ve otoriter yönetim adına rejim destekçileri arasında dağıtılmasını sağlar.
4. Bu tarz üst düzey atamalarda rejim için bir diğer avantaj, salahiyetin mesuliyeti beraberinde getirmesidir.
Belirli bir çerçevede sorumluluk bahşedilen partili bürokrat, kamuoyunda oluşan bir tepki veya kriz anında otobüsün altına ilk atılacak kişidir de. Kendi yaptığı hataların bedelini ödeyeceği gibi, otoriter yönetimin aldığı yanlış kararların, yürüttüğü yanlış politikaların suçu, üstüne de yıkılabilir. O yüzden büyük müjdeli haberleri üst düzey siyasetçiler, bakanlar verirken; toplumda infial uyandırabilecek, tartışmalı konuların kamuoyuna açıklanmasının bürokratlara devredilmesi tesadüf değildir. Bu yüzden partili bürokrat, sorumluluğun getirdiği korku yüzünden, alınacak her kararda liderden gelecek talimatı beklemeye başlar; bürokratik sistemi kilitler ve bürokrasi inisiyatif alamaz hale gelir.
Bazı otoriter rejimlerde sadakat ve liyakatin aynı pakette zor bulunmasının sebeplerinden biri budur. Bir partili kendi alanında ne kadar tecrübe ya da uzmanlık sahibi olursa olsun, rejimin karar ve teşvik mekanizmaları öyle tesis edilmiştir ki, liderden bağımsız siyasi inisiyatif alması ve uzmanlığının/tecrübesinin gereklerini yerine getirmesi pek mümkün değildir. O sebeple siyasi ve ekonomik kriz dönemlerinde manevra alanları çok kısıtlıdır. O denli kısıtlıdır ki, partili bürokrat istifa etmek için dahi müsaade istemek zorundadır. Çünkü rejimin suçlarına ortak olduğu nispette bürokraside ve siyasette yükselmiştir. Suçu arttıkça, bırakma ihtimali de azalır. O yüzden neredeyse mafyatik denebilecek bu atama mekanizmasında istifa olmaz, ancak “görevden affetme” vardır. Görevden af sonrasında en önemli omerta ise mutlak sessizliktir.
Bürokratik kadrolarda liyakatin azalmasının bir diğer sebebi, uzun süreli kriz dönemlerinde otoriter yönetimlerin bürokratik atama kararlarında zorlanmasıdır. Bir yandan, kriz sebebiyle destek koalisyonu çözülmeye, tabanı erimeye başlar; bu yüzden işinde ehil kadrolar kurmaları daha zor hale gelir. Diğer yandan, kriz anlarında, kendini güçlü bir siyasi rekabetle karşı karşıya bulan rejimler, muhalefete daha fazla alan vermemek için bürokratik atamalarda sadakati, liyakate öncelemeye başlarlar. Maksat safları sıklaştırmak ve kendi çekirdek kadrolarını sağlamlaştırmaktır. Kısaca bürokratik atamalarda kamu yararı değil, rejimin bekası ana motivasyon haline gelir. Bu içinden çıkılmaz bir kısır döngü yaratır: Sadakat, liyakate tercih edildikçe rejimin performansı düşer. Sonuçta kriz daha da derinleşir ve uzar.
İşte son iki senede yapılan tartışmalı bürokratik atamaları ve bürokrasinin görece düşük performansını bu çerçevede anlayabileceğimizi düşünüyorum.
Boğaziçi Üniversitesi rektör atamasını ele alalım örneğin. Parti teşkilat kuruluşlarında yer almış, eski milletvekili aday adayı Sn. Bulu, sönük akademik araştırma kariyerine rağmen Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birine rektör olarak atandı. Kendisinin tabiriyle çok uzun zamandır hayali olan bu vazife, kariyer yolculuğunu göz önünde bulunduracak olursak, herhalde Türkiye’de erişebileceği en yüksek devlet makamlarından biri. Bir partilinin bürokraside bu şekilde bir dikey yükselişle ödüllendirilmesi ve sosyal statüsünün yüceltilmesi, hiç kuşkusuz rejimin kendi tabanına gönderdiği sinyallerden biri. Sadakatle sebat etmenin, günün sonunda ödüllendirileceğinin bir nişanesi. Ayrıca, Boğaziçi Üniversitesine iki fakülte kurulması, sadece rektörün işini kolaylaştırmak ve üniversiteyi yönetmesini sağlamak için değil. Üniversite atamaları, bir rant kapısı da aynı zamanda: Bu sayede yeni fakülte mensupları, araştırma görevlileri, danışmanlar, sekretarya istihdam edilecek; fakültelerin proje ve etkinlikleri tanıdık STK ve taşeron şirketlere tevzi edilecek. Bu patronaj dağıtımının direksiyonunda da atanmış rektör oturacak. İşte tam da bu sebeple bir partili bürokrattan istifa etmesini beklemek beyhudedir. Zira kendisini rejime kökten iliştiren partili bürokratlar, edindikleri sosyal statü ve rant dağıtım yetkisi karşılığında kamusal ifade hak ve hürriyetini rehin verir.
Bütün kamuoyu tepkisi ve protestolara rağmen otoriter yönetimin rektörün arkasında durması ve devletin ceberut aygıtını çekinmeden kullanması, size rejimin çok muktedir olduğunu düşündürebilir. Halbuki, tam tersi. Birkaç sebebi var bunun. Öncelikle, yönetimdeki kadro sıkışıklığı öyle bir hal almış ki Boğaziçi Üniversitesi gibi Türkiye’nin en gözde üniversitesine atayabilecekleri en ehil ismin tezinde ciddi intihaller var. Ayrıca, bu denli şiddetli kamusal tepkiye rağmen verdikleri karardan geri dönmemeleri, tabanlarındaki muhtemel bir erimeden ve parti kadrolarından kopuşlardan ne kadar endişe duyduklarını da gösteriyor. Son olarak, rejimin kamu faydası gözeten uzun vadeli programlar yerine, kendi beka ve istikballeri üzerine bina edilmiş miyop, günü kurtarmayı amaçlayan politika ve kararları benimsediği görülüyor. Bu emareler, stabil ve muktedir otoriter rejimlerde genelde gözükmüyor.
Ekonomik kriz devam ettikçe ve muhalefet partilerinin etkinliği arttıkça, bürokrasinin performansının daha da düşeceği ve ehil olmayan partililerin üst kadrolara tayinlerinin fazlalaşacağı kanaatindeyim. Sonuçta olan, Boğaziçi Üniversitesi gibi Türkiye’nin en köklü kurumlarına oluyor. Hazin ki Türkiye’de kurumsallığa dair elimizde kalan birkaç tutamaç da elimizden böylece kayıp gidiyor…
Fotoğraf: Caitlin Lin
[i] Otoriter rejimlerde bürokrasi ve devlet aygıtı üzerine okuyup düşünmek isteyenler için kısa bir okuma listesi: Egorov and Sonin 2011, “Dictators and their Viziers: Endogenizing the Loyalty-Competence Trade-Off”; Lazarev 2005, “Economics of One-Party State: Promotion Incentives and Support for the Soviet Regime”; Liu 2019, “The Logic of Authoritarian Political Selection: Evidence from a Conjoint Experiment in China”; Scharpf and Gläßel 2019, “Why Underachievers Dominate Secret Police Organizations: Evidence from Autocratic Argentina.”