İnsanlık tarihi, yalnızca teknolojik ilerlemelerin ya da ekonomik dönüşümlerin hikâyesinden ibaret değildir; aynı zamanda toplumsal örgütlenme biçimlerinin, sınıfsal katmanların, yani bir noktada yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkilerin de tarihidir.
Avcı-toplayıcı dönemde görece eşitlikçi yapılar hâkimken, tarıma geçişle birlikte toplumsal hiyerarşilerin ve merkezi yönetimlerin temelleri atılmıştır. Bu geçiş, yalnızca üretim biçiminin değişimiyle sınırlı kalmamış, aynı zamanda toplumsal zihniyet, kültürel değerler ve iktidar anlayışını da köklü biçimde dönüştürmüştür.
İnsanlık tarihinin büyük bölümünü oluşturan avcı-toplayıcı toplumlar, küçük gruplar halinde hareket eden ve geçimlerini doğrudan doğadan sağlayan topluluklardı. Bu topluluklarda kaynakların paylaşımı kolektif biçimde gerçekleşiyor, üretim fazlası bulunmadığı için ciddi bir toplumsal eşitsizlik ortaya çıkmıyordu. Liderlik ise kalıcı bir kurumsal otoriteye değil, daha çok deneyime, bilgeliğe veya karizmaya dayanıyordu. Bu nedenle yöneten ve yönetilen arasındaki ayrım keskin değildi, denilebilir ki topluluk içinde karar alma süreçleri görece yatay bir şekilde işliyordu.
Yaklaşık on bin yıl önce gerçekleşen Neolitik Devrim, insanlık tarihindeki en büyük kırılmalardan biri olacaktı. Tarımla birlikte insanlar yerleşik hayata geçti ve üretim fazlası ortaya çıktı. Bu fazla ürün, depolanma, korunma ve dağıtım ihtiyacını doğurdu. Böylece belli gruplar çalışmak ya da üretmek yerine, ürün fazlası üzerinde denetim kurmaya başladı. Güvenlik ve görece düzen vaat ediyorlardı. Bu durum, toplumsal tabakalaşmayı ve ilk kez kalıcı bir yöneten-yönetilen ayrımını beraberinde getirdi. Çok kabaca söylersek, artık bazıları tarımı organize eden ve ürünü kontrol eden sınıfı oluştururken, çoğunluk emek gücüyle geçim sağlayan yönetilenler konumuna geçmişti.
Yerleşik tarım toplumlarının büyümesiyle birlikte daha karmaşık yapılar ortaya çıktı. Sulama sistemleri, şehirleşme ve ticaretin gelişmesi, iş bölümünü ve otoriteyi gerekli kıldı. Bu süreçte merkezi yönetimler, daha büyük örgütsel yapılar, yani devletler doğdu. Devlet, yalnızca ekonomik düzeni sağlamıyor, aynı zamanda askeri güç, hukuk ve bürokrasi gibi kurumsal mekanizmalarla yöneten sınıfın iktidarını kalıcı hale getiriyordu. Bunu da normları belirleyerek, gerektiğinde daha önce belirlediğini sonra değiştirerek yapıyordu. Yönetilenler üzerindeki kontrol ise vergi yükümlülükleri, askerlik hizmetleri ve düzenli idari yapı aracılığıyla kurumsallaştırılacaktı.
Peki, normatif dünyanın kurucu söylemini oluşturan kutsal metinler nasıl bir işlev görmüştü bu düzende? Yönetenlerin otoritesini pekiştiren en önemli unsurlardan biri din olmuştu elbet. İlk uygarlıklarda yöneticiler, tanrılarla ilişkilendirilerek kutsal bir statü kazandılar. Antik Mısır’da firavunların ilahi bir kimlik taşıması ya da Mezopotamya’da kralların tanrılar tarafından seçildiğine inanılması, yönetici sınıfın meşruiyetini güçlendirdi. Din ikili bir işlev görüyordu ama, hem yönetene bir köken sağlıyor hem de bazı durumlarda onu sınırlıyordu. Böylece yönetilenler üzerindeki hâkimiyet yalnızca zor kullanılarak değil, aynı zamanda kültürel değerler ve inanç sistemleri aracılığıyla içselleştirilmiş oluyordu. Din rızayı üretiyordu.
Tarih boyunca ortaya çıkan bu toplumsal düzenler, yalnızca maddi ilişkiler üzerinden değil, aynı zamanda sembolik ve kültürel araçlar üzerinden de meşruiyet kazandı. İnsan toplulukları, doğrudan baskı ve zorun ötesinde, anlatılar, ritüeller ve mitler aracılığıyla mevcut düzeni içselleştirmeye yönlendirildi. Böylelikle yöneten-yönetilen ayrımı, yalnızca dışsal bir gerçeklik değil, bireylerin zihninde doğal ve kaçınılmaz bir olguya dönüştü. Sorgulanması bile düşünülemeyen bir olguya.
Mitler tam da bu noktada, toplumsal düzenin görünmez taşıyıcıları olarak işlev gördü. Yasaların ya da idari mekanizmaların yapamadığını, mitler duygulara ve hayal gücüne hitap ederek gerçekleştirdi. İnsanlara sadece “ne yapılması gerektiğini” değil, “neden öyle yapılması gerektiğini” de anlattılar. Böylece eşitsizlik, adaletsizlik ya da sınıfsal ayrım gibi olgular, zamanla birer “yazgı” olarak algılandı.
Bu bağlamda, farklı kültürlerin mitolojik mirasına baktığımızda, yönetenler ile yönetilenler arasındaki ayrımın yalnızca ekonomik ya da siyasal değil, aynı zamanda kültürel ve dini bir zeminde de üretildiğini görebiliriz. İşte Macar mitolojisinde yer alan Âdem ile Havva anlatısı, bu tarihsel ve kültürel içselleştirme sürecine dair çarpıcı bir örnek sunar. Macar mitolojisindeki bu anlatıya göre, Âdem ve Havva’nın hikâyesi, Tevrat’taki yaratılış anlatısına dayanır, ancak bazı eklemeler ve yerel unsurlarla zenginleştirilmiştir.
Hikâyeye göre Âdem ve Havva, Tanrı’nın yarattığı ilk insanlar olarak cennet bahçesinde yaşamaktadır. Bahçenin gölgeli bir köşesinde şeytan Havva’ya yaklaşır ve ona, Tanrı’nın sunduğu düzenin ötesinde bir bilgi ve güç vadeder. Şeytanın sözleri, Yahudi-Hıristiyan geleneğindeki yılanın baştan çıkarmasına paralel bir rol oynar, ancak Macar anlatısında daha fiziksel ve doğrudan bir ilişkiyi ima eder. Havva, Şeytanın cazibesine kapılır ve bu etkileşim, hikâyenin dönüm noktasını oluşturur. Havva, Şeytan ile ilişkiye girer ve bu birleşimden çocuklar doğar. Bu çocuklar, Âdem’den olan çocuklarından farklı şekilde, fiziksel ve manevi olarak kusurlarla doludur. Pis ve çirkindirler ve bu yüzden Tanrı asla onları görmemelidir. Havva, cennet bahçesinin kuytu köşelerine, ağaçların gölgelerine ve mağaraların karanlığına bu çocukları gizler.
Bir süre sonra Tanrı tüm çocukları görmek ister. Havva, Adem’den olan çocuklarını Tanrı’ya gösterir, ama diğerlerini saklar. Tanrı, huzuruna çıkan çocukları tek tek kutsar. Onlara iyi talih ve şans bahşeder. Güzel bir gelecek onları beklemektedir artık. Çirkin ve pis çocuklar Tanrı tarafından kutsanmadıkları için asla güzel bir gelecek sahibi olmayacaklardır. Dolayısıyla onların çocukları da aynı kaderi paylaşacaklardır. Macar mitine göre, zenginler ve fakirler arasındaki ayrım, yönetenler ve onlarla birlik olanlar ile yönetilen geniş halk kitleleri arasındaki kalın sınır, bu ırkçı ve cinsiyetçi mit sayesinde bir çeşit mukadderat olarak kabul edilir.
Mitler, insanoğlunun en eski hikâyesidir, zamanın ötesinden bugüne uzanan bir yankıdır. Jung’un kavramsallaştırdığı kolektif bilinçdışı, bireylerin kendi kişisel deneyimlerini aşarak ortak bir semboller ve arketipler havuzuna bağlandığını öne sürer. İşte mitler bu havuzdan doğmuştur; tanrıların savaşları, kahramanların yolculukları, kurucu ataların sözleri, hepsi, insanlığın ortak hafızasında yankılanan imgelerle örülmüştür.
Mitler normları yalnızca bildirmez, aynı zamanda onları içselleştirmeyi sağlar. Çünkü mitler soyut kurallar değil, duygulara dokunan, hayal gücünü harekete geçiren hikâyelerdir. Bir yasa, insana “yapma” der, ama bir mit, “neden yapmamalısın” sorusunun duygusal cevabını verir. Böylece normlar yalnızca dışsal bir baskı olmaktan çıkar, bireyin kimliğinin bir parçasına dönüşür. Sonuçta mit, yalnızca bir hikâye değil, normların ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Kolektif bilinçdışı, bu mitleri nesiller boyunca aktarıp yeniden şekillendirirken toplum, kendi sürekliliğini ve kimliğini korur. Ve insan, mitler sayesinde sadece kuralları bilmekle kalmaz, o kuralları, kendi ruhunun derinliklerinde hisseder.
İnsanlık tarihi, eşitliğin kısa bir parantez, hiyerarşinin ise kalıcı bir düzen olarak yerleştiği bir serüven gibidir. Avcı-toplayıcı dönemin görece yatay ilişkilerinden, tarımın doğurduğu sınıfsal farklılıklara ve devlet aygıtının katı hiyerarşilerine uzanan çizgi, aynı zamanda iktidarın toplumsal belleğe nasıl kazındığını da gösterir. Bu çizgi, yalnızca bir üretim biçimi değil, aynı zamanda bir zihniyet dönüşümünün izlerini taşır.
Macar mitinde gördüğümüz gibi, mitler bu zihniyet dönüşümünün en güçlü taşıyıcılarıdır. Bir anlatı, bir sembol ya da bir kutsal hikâye, çoğu zaman bir kanundan daha derin etki yaratır. Çünkü mit, bireyin hayal gücüne seslenir, ona kaderini ve sınırlarını öğretir. Yöneten ile yönetilen arasındaki fark, böylelikle yalnızca dışsal bir zorunluluk değil, içselleştirilmiş bir yazgı haline gelir.
Bugün modern dünyada, siyasal rejimler, anayasalar ya da piyasa mekanizmaları aracılığıyla yönetilen ve yöneten arasındaki ilişki devamlı yeniden üretilir. Ancak tarih ve mitler bize gösteriyor ki, iktidarın en kalıcı biçimi zorbalıkla değil, rıza ile mümkündür. İnsan, kendisine anlatılan hikâyeleri içselleştirdiği ölçüde düzeni sorgulamaktan vazgeçer.
Bu yüzden asıl soru şudur: Biz hangi hikâyeleri kabulleniyoruz ve hangi hikâyelerin esiri oluyoruz?
Tarihsel deneyim ve mitolojik anlatılar birleştiğinde, karşımıza yalnızca geçmişin bir tablosu değil, bugüne dair bir uyarı da çıkar. Eğer eşitsizliği kader, iktidarı ise doğal bir yasa olarak görmeye devam edersek, yönetenler ile yönetilenler arasındaki sınır hiçbir zaman silinmeyecektir. Din ve mitlerin yanı sıra, milliyetçilik söylemleri ve devlet tapınması da rızayı üreten, iktidarı meşrulaştıran güçlü araçlar olarak işlev görür. İnsan, kendisine anlatılan bu hikâyeleri içselleştirdiği ölçüde düzeni sorgulamaktan vazgeçer.
Ama belki de insanlık, kendi hikâyesini yeniden yazacak cesareti bulduğunda, mitlerin, ulusal efsanelerin ve devlet kültünün zincirlerini kırarak daha adil ve özgür bir toplumsal düzen kurabilir. Çünkü her düzen, eninde sonunda bir anlatıya dayanır; mesele, bu anlatının kimin işine yaradığı ve kimin sesini susturduğudur.