Trump’un ABD başkanlığıyla birlikte küreselleşmeye neler oluyor konulu dizide bu son yazım. Geçen yazılarda gemi konteynerleriyle dünyanın dört yanına giderek sınırları aşan ürünlerden, bunların içindeki mikroçiplerden ve Trump ile birlikte bunların karşısına çıkan yeni sınırlardan bahsetmiştik. Bu yazıda daha soyut bir şeyden bahsedeceğiz: para.
Liberal küreselleşmeyi mümkün kılan şeylerden biri, dünyanın her yerinde geçen, herkesin güvendiği ve erişebildiği bir paranın bulunmasıydı. Yani “dolar hegemonyası.” Dolar hegemonyası demek, ABD dolarının hem rezerv hem değiş-tokuş için en çok kullanılan para birimi olması demek.
Doların yaygınlığı, yirminci yüzyıl başlarında İngiliz sterlinini geride bırakmış, küresel rezerv statüsü ise 1944 Bretton Woods anlaşmasıyla kurumsal bir çerçeveye kavuşmuştu. Bu anlaşma, doların değerini altına karşı sabitleyerek garantiliyordu. ABD, diğer devletlerin ellerinde tuttukları dolar rezervlerine karşılık olarak, değeri kadar fiziksel altını gerektiğinde ortaya çıkarmayı taahhüt ediyor, yani dolar altın kadar sağlam oluyordu. Tüm ulusal paralar da dolar karşısında belli bir marj içinde sabit kurda tutulacaktı.
Bu çerçeve, ABD’nin altın rezervlerinin azalması ve devalüasyon baskısıyla 1970’lerde terk edildi. Başkan Nixon, doların altına çevrilebilirliğini iptal etti ve 1970-75 arasında ons altının fiyatı 35 dolardan 180 dolara kadar arttı. Şimdi son bir buçuk yıldır izlemeye başladığımız yeni bir artış dalgası var: Altın fiyatı 2023’de 2000 dolar civarındaydı, bu hafta 4000 doları geçti. Ve bu artış 1970’lerdekiyle benzer bir kopuş sürecinin ürünü. Fakat bu sefer ABD doları ile altın arasında kopacak resmi bir bağ zaten yok. O zaman nasıl benzer süreç oluyor?
Şöyle ki, 1970’lerden sonra Bretton Woods’un yerini alan dalgalı kur çağında dünyadaki dolar hegemonyası yine de devam etmişti. Devamlılığı mümkün kılan üç şey sayabiliriz: Birincisi, dolar hakimiyeti ön kabulü ile kurulan uluslararası bankacılık sistemlerinin, alternatif yokluğunda aynı kültür içinde devam etmesi. İkincisi, ABD finans piyasalarının derinliği ve ABD dış ticaret açıklarının dünyadaki dolar likiditesini artırması gibi yapısal faktörler. Üçüncüsü de petrol zengini ülkelerin birikimlerinin dolarda değerlendirilmesini temin etmeye yönelik ABD’nin siyasi girişimleri ve son kertede bu girişimleri ikna edici kılan askeri gücü.
Sonuçta dolar hegemonyası, dünya genelinde dolar talebi anlamına geldiği için, bu para birimini arz eden ABD’ye, benzersiz bir ayrıcalık veriyordu. Bu sayede ABD, döviz kuru ve enflasyon konusunda diğer ülkelerin karşılaştığı ölçüde kısıtlarla karşılaşmadan para arzını artırabiliyor, yani rahatça “para basabiliyor” diyelim. ABD daha düşük faizle daha çok borçlanabiliyor. Dolar hegemonyası, hasımlarının dolar varlıklarını dondurmak gibi finansal yaptırımlar konusunda da ABD’ye manevra alanı sağlıyor.
Bununla birlikte, dolar hegemonyasının bugüne kadarki bir başka sonucu şu oldu: Diğer ülkeler, Amerikan hazine tahvilleri cinsinden dolar rezervi biriktirmek için tasarruf yaptıkça, yani iç tüketimlerini kısıp ürettiklerini ihraç ettikçe, bunun karşılığı ABD’nin ticaret açıkları oluyor. Dünyadan dolar talebi süregittiği için, doların değeri de düşmüyor, ABD ticaret açığı kronik hale geliyor. Kimilerine göre bu ABD için kötü bir şey değil. Çünkü ABD kendi bastığı parayla borçlanarak diğer ülkelerin canını dişine takarak ürettiği mamulleri gani gani tüketebiliyor demek. Fakat geçtiğimiz yazılarda gördüğümüz gibi, bunun sonucu ABD’de sanayisizleşme ve mikroçip gibi kritik teknolojilerde üstünlük kaybı.
Wall Street ve ABD müesses nizamının bugüne kadarki politika refleksleri, dolar hegemonyasının geleneksel biçimini koruma yönünde olmuştu fakat Trump’un etrafında gruplaşan yeni bir düşünce, değişiklik gereğine işaret ediyor. Bu düşünce en somut ifadesini, Trump’un ikinci defa başkan seçilmesinden hemen sonra yayımlanan bir raporda buluyor.[1] Yazarı ise Trump’un ekonomik danışmanlarından olup adı bugünlerde Fed başkanlığı ihtimaliyle anılan Stephen Miran.
Miran diyor ki, ABD ekonomisi 2. Dünya Savaşı sonunda dünyadaki ekonomik faaliyetin üçte birinden fazlasını yaparken durum iyiydi hoştu. Ama ABD ekonomisinin dünyadaki payı küçüldükçe, doların küresel rezerv statüsünü korumak için ABD’nin vermesi gereken ticaret açıklarının oranı büyüdü, ABD’nin borcunu sürdürmek zorlaştı. Bu yüzden, başkan Trump belli başlı dünya liderlerini Florida’nın Mar-a-Lago beldesindeki yazlık malikanesinde bir hafta toplasın, buradan yeni bir uluslararası para anlaşması çıkarsın: bir “Mar-a-Lago anlaşması.”
Yeni bir anlaşma yapmaktaki temel amaç, sanayide dışa bağımlılığı azaltmak için ABD ekonomisinin rekabetçiliğini artırmak, bunun için de ABD dolarını devalüe etmek, yani değerini düşürmek. Diğer ülkeler de dolar devalüasyonu için kendi ulusal paralarının değerini desteklemek yönünde iş birliğine razı olsun; razı olmayanlar ABD’nin askeri güvenlik şemsiyesinden ve dev ABD pazarından faydalanamasınlar. Zaten Trump’un yalnız Çin’in değil tüm dünyanın karşısına gümrük tarifesi tehdidiyle çıkmasının amacı da bunu Mar-a-Lago için pazarlık kozu olarak kullanmak. Veya Miran, öyle kullanalım diyor.
Aslında Mar-a-Lago planının bir öncülü bulunuyor: 1985 Plaza Anlaşması. Bu anlaşmayla, ABD’nin o zamanki başlıca ticaret partnerleri, doların değerinin düşürülmesine yönelik para politikası koordinasyonuna ikna edilmişti, ayrıca Japonya gönüllü ihracat kısıtlamaları da uygulamaya başlamıştı. O anlaşma Japon ekonomisinin uzun süreli bir durgunluğa girmesine katkıda bulundu, bunu bugün IMF bile yazıyor. Bu deneyim ışığında, bugünkü başlıca muhatap olan Çin’in benzer bir anlaşmaya razı olması muhtemel değil. Fakat Batı ülkeleri, ABD ile işbirliğine yönelik daha fazla adım atabilir. Mesela AB, Trump’un 2025 gümrük kararlarına misilleme yapmadı, suyuna gitmek için ne istediyse verdi.
Fakat bugünkü Mar-a-Lago vizyonunun 1985 Plaza anlaşmasından çok daha radikal bir parçası daha var. O da ABD’nin borcunun yeniden yapılandırılması. Miran diyor ki, diğer ülkeler ellerinde tuttukları dolar varlıklarının getirisinden önemli ölçüde feragat etsin. Yani bu ülkelerin ellerindeki mevcut (en fazla 30 yıl vadeli olabilen) ABD hazine tahvillerinin yerine çıkarılacak 100 yıl vadeli ve daha düşük faizli yeni hazine tahvillerini kabul etmeleri istenecek. Eğer bu kabul edilmezse, ABD, yabancılar tarafından tutulan tahvillerin faizleri üzerine bir tür vergi getirecek, yani faiz ödemesini azaltacak ya da durduracak. Rahmetli Nejat Uygur’un bir oyununun başlığını anarsak ABD, borcum borç ama nah alırsınız diyecek.
Tüm bunları inceleyince, altının fiyatındaki yükselişin sebebini, ayrıca bu yükselişin öyle gelip geçici bir çevrim olmadığını anlamaya başlıyoruz. Nakit dolarınız varsa çıkarıp bir bakın, üzerinde “This note is legal tender for all debts public and private” yazar. Yani aslında bu bir borç senedidir. ABD’nin sözüne ve finansal kapasitesine ne kadar güven varsa son kertede bu senet o kadar değerli olacak. Dolar, kaynağı ABD ekonomisi olan küresel finans krizinde bile dünyadaki yatırımcıların koştuğu güvenli liman olmuştu. Bugün altın fiyatındaki artış için rasyonel açıklamalar arayıp siyasi yanıtları beğenmeyenlere hatırlatmak gerekir ki o zaman da dolara akın, pek çok ekonomistin ilk “rasyonel” beklentileri ile taban tabana zıttı. Ancak belirsizlikte herkes dolara koşmuştu çünkü doların küresel hakimiyetinin, yani küresel dolar talebinin devam edeceğine dair bir inanç vardı ve zaten diğer paralar da kendilerini dolara göre konumlandırıyordu.
Fakat bugün, en güvenli finansal araç kabul edilen ABD hazine tahvillerinin geleceğini ABD’nin kendisi tartışmaya açıyor ve bugüne kadar verdiği sözlerin kıymetini azaltan politikalar izliyor. Eğer Mar-a-Lago planı tarzı bir koordinasyon, tahvilleri elde tutan ülkeler tarafından kabul edilirse, bu doların diğer her şey karşısında devalüe olması demek. Yok böyle bir koordinasyon kabul görmez veya çalışmazsa da tüm ulusal paralar dolara yetişebilmek için rekabetçi devalüasyon sarmalına giriyor. Her iki senaryoda, kağıt olan her şey buharlaşmaya başlıyor. Bunun karşısında somut bir değer referansı ve rezerv birimi olarak altının değeri artıyor. Kısacası, Trump’un gündeminde dünyanın rezerv parasını devalüe etmek olduğu için, aktörler dolardan ve diğer kağıtlardan uzaklaşıp altına yöneliyor.
Zaten Trump başa gelmeden önce de, Batı dışı ülkelerin dolardan uzaklaşarak finansal araçlarını çeşitlendirme yönündeki girişimleri hızlanmış durumdaydı. Çin, elindeki ABD hazine tahvillerini 2013’ten 2024’e neredeyse yarıladı, Rusya hepsini elden çıkardı. ABD doları, 1999’da tüm küresel döviz rezervlerin yaklaşık %71’ini oluşturuyordu, 2024’ün ilk çeyreğinde bu oran 25 yılın en düşük seviyesi olan %58’e indi. Çin ve Rusya gibi ülkeler, rezerv politikasında ABD dolarından çıkma politikasına mukabil altın rezervlerini artırıyor. 2004’te küresel rezervlerin %9’unu oluşturan altın, 2024’te %17’lik bir pay sahibi olarak döviz rezervlerinin büyüyen bir alternatifi haline geliyor.
Rezervlerin ötesinde, uluslararası ticari işlemlerde faturalandırma ve mahsuplaşma için kullanılan başlıca para birimi olması, dolar hegemonyasının bir başka boyutuydu. Örneğin, Çin’in dış ticaretinde ABD dolarının payı 2010’da %80 düzeyindeydi. Ancak, o zamandan beri renminbi (yuan) payı istikrarlı bir şekilde artarak doları geçti. Bugün Rusya ve Çin’in birbirleriyle yaptığı ticaretin %90’ından fazlası renminbi veya ruble cinsinden gerçekleşiyor. Ayrıca her iki ülke para transferi için SWIFT yerine kendi finansal mesajlaşma sistemlerini geliştirip uygulamaya başladı.
Dolar hegemonyasının ABD’ye verdiği yaptırım gücünün paradoksal tarafı; yaptırımlar bir tehdit olarak kaldığı ölçüde, caydırıcılık vasıtasıyla etki edebilmesi. Bu tehdit gerçekleştiğindeyse, hasımlar dolara erişimin faydalarından mahrum kaldıkları için, onu ikame edecek başka ekonomik araçlar geliştirip dolar hegemonyasından uzaklaşmaya başlıyor. Ukrayna savaşı ardından dolar üzerinden yaptırımlara uğrayan Rusya vakasında bu durum önemli ölçüde gerçekleşti. Son gelişmeler ışığında, yalnızca Çin’in değil, ABD’nin jeopolitik partneri olarak bilinen Japonya, Hindistan, Suudi Arabistan, Güney Kore gibi rezerv sahibi ülkelerin de hem rezerv davranışı hem diğer finans işlemleri açısından dolardan nispeten uzaklaşmaları ihtimal dahilinde.
O zaman doların yerine Çin parası Renminbi ya da Euro mu geçecek? Hayır. Bu paraların küresel hegemonya kurma yetisi çeşitli nedenlerden dolayı yok. Hele Çin’in parasını küresel bir para yapması için bugüne kadar takip ettiği ekonomik modeli (ucuz para, ticaret fazlası, düşük finansallaşma) baş aşağı çevirmesi gerekir ki böyle bir niyetleri yok. Muhtemelen olacak olan, küresel rezervlerde doların payının altın lehine, uluslararası ticarette çeşitli ulusal paralar lehine yavaş yavaş azalarak hegemonyanın aşınması, biçim değiştirmesi.
Liberal küreselleşmenin yerini neyin alacağını henüz bilmiyoruz. En kuvvetli öngörüler, dönüp dolaşıp belirsizlik kelimesinde sonlanıyor. Yatırım tavsiyesi değildir ama bence siz altını uzun vadeli düşünün.[2]
[1] A User’s Guide to Restructuring the Global Trading System, https://www.hudsonbaycapital.com/documents/FG/hudsonbay/research/638199_A_Users_Guide_to_Restructuring_the_Global_Trading_System.pdf
[2] Bu yazı dizisinin başlıca kaynağı olarak bkz. Alper Yağcı, “İkinci Trump döneminde ABD, ticaret savaşları ve küreselleşmenin geleceği,” https://tusiad.org/tr/yayinlar/raporlar/item/11836-tusi-ad-kuresel-siyaset-forumu-makale-dizisi-no-8