[voiserPlayer]
Malumunuz, 6 Şubat’ta Türkiye’de aynı fay hattı üzerinde art arda iki büyük deprem meydana geldi. Çok yıkıcı olan bu iki depremin ardından toplumun büyük çoğunluğunun gözü medyaya yöneldi.
Türkiye’nin yaşadığı gibi büyük bir depremin ardından medyanın tüm gündeminin deprem ile alakalı olması elbette kaçınılmazdır. Ancak deprem konusunun nasıl işleneceği, hangi perspektifle bu gündeme bakılacağı bir tercih meselesidir.
Türkiye bir deprem ülkesi. Üstelik Türkiye, bir deprem ülkesi olduğu bilinmesine rağmen, depremlere hazırlıksız bir deprem ülkesi. Bu sebeple, Türkiye’de yaşanan depremlerin hemen akabinde ülkede anksiyete bir anda hızla yükseliyor. Ülkenin büyük çoğunluğunun İstanbul başta olmak üzere her an deprem yaşayabilecek şehirlerde yaşadığı düşünülürse bu anksiyete kolaylıkla anlaşılabilir.
Deprem sonrasında yükselen anksiyete de doğal olarak deprem döneminde ekranlara yansıyor. İnsanlar; felakete uğrayan insanları merak ettikleri gibi muhtemel bir depremde devletin müdahale gücünü de merak ediyorlar, yaşadıkları evin ve şehrin deprem karşısındaki hazırlık derecesini de. Deprem gündemini, aslında altta yatan bu bastırılmış anksiyete belirliyor. Bağımsız medya da yayınlarını bu anksiyeteye göre şekillendiriyor. Bu durum, hem müdahalelerdeki yeterlilik ve yetersizlikleri gösteriyor hem de şehirlerin deprem risklerini tartışmaya açıyor. Ve deprem riski gündem olduğu andan itibaren ülkenin depreme ne kadar hazırlıksız olduğu bir kez daha tüm gerçekliğiyle toplumun yüzüne çarpıyor.
Deprem döneminde medyanın ana çerçevesinin bu olması beklenirken bu depremde iktidar ile yakın ilişkisi olduğu bilinen medyanın yayın akışı biraz daha farklı oldu. Devletin deprem sonrasındaki eksiklikleri neredeyse hiç sorgulanmadı. Deprem, beklenilen bir doğal afet değilmiş de doğaüstü bir felaketmiş gibi yansıtıldı. Sanki gerçekleşme olasılığı bulunmayan ve devletin iradesinin de sorumluluğunun da bu afet için geçerli olmadığı anlatısı kullanıldı. Bu retoriğin içerisinde depremin adı da belirlendi: Asrın Felaketi. İktidar medyasında tüm yayın akışı bu “Asrın Felaketi” söyleminin bir parçası olarak şekillendi.
Depremin nasıl beklenmedik bir zamanda, ne kadar kötü hava koşullarında ve dünyada görülmemiş genişlikte bir coğrafyada gerçekleştiği “uzman yorumcular” tarafından anlatıldı. Maraş depremi, insanlık tarihinin gördüğü en büyük felaketlerden birisi olarak tanımlandı ve kodlandı. Bir tür biblikal felaket gibi tarif edildi.
Enkaz altından çıkış haberlerinin medyada gündem olması doğaldır. Enkazdan insanların kurtarılma hikayeleri ise ilgi çekicidir. Bir yerde de bu gündemden etkilenen insanlara tıpkı macera filmlerinde olduğu gibi bir mutluluk ve katarsis anı yaşatır bu hikayeler.
Tatlı, küçük bir kız çocuğunun 4 gün sonra enkaz altından çıkma hikayesi, tüm dünyada insanların bir çoğunun mutluluk gözyaşı dökmesini sağlar ve depremin yarattığı gerginliği azaltır. Ancak bu hikayenin sadece bir mucize olarak anlatılması, bu hikayenin algılanış şeklini baştan aşağı değiştirecektir.
6 Şubat depreminin üçüncü gününden itibaren mucizevi kurtuluş haberleri, iktidar medyasında normalden daha fazla yer aldı diyebiliriz. Hatta deprem ve sonrasındaki süreci iktidara yakın medyadan izleyen kitleye, belki de en çok bu mucize kurtuluş haberleri nakledildi.
Bu bağlamda, enkazdan mucizevi biçimde kurtulma hikâyelerinde kullanılan mucize tanımı önemli. Zira mucize, doğal işleyişin dışında gelişir. Dahası, insanların kurtuluşu insan iradesiyle veya kurtarma çalışmalarıyla değil, ilahi bir güç ile ilişkilendirilmiş olur. Haberin bu şekilde verilişi, iktidarın depremi ele alış biçiminin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Depremi “Asrın Felaketi” olan tanımlayan iktidar, enkazdan kurtuluşları da aynı retoriğin devamı olarak mucize diye tanımlamıştır.
Tüm bu propaganda, felaketle başlayan, mucize ile biten bu depremin kendisini de sonrasında yaşananları da halkın kaderci bir perspektif ile değerlendirmesinde etkili oldu. Zaten depremlerin ve diğer doğal afetlerin “takdir-i ilahi” olarak kabul edildiği kaderci perspektif Türkiye toplumunda yaygındır. Bu deprem sürecinde medyanın da ciddi etkisi ile bu perspektif tekrardan pekiştirilmiş oldu.
Halkın bir doğal afeti ve sonrasında yaşananları sorgulayıp devlet ile yüzleşmesi yerine tüm bu yaşananları takdir-i ilahi olarak kabul etmesi, sanırım her iktidarın işine gelir. Zaten yalnız olduğunu fark eden ve günün sonunda kendi acziyeti ile baş başa kalan bir insanın böyle bir savunma mekanizması geliştirmesi doğaldır. Türkiye’deki iktidar da işini şansa bırakmadı ve deprem sonrası enkaz çalışmaları süresince tüm medya gücünü insanları bu perspektife yönlendirmek için kullandı.
Bu depremde daha önce karşılaşmadığımız bir fenomen daha yaşandı. Örneğin, 99 depreminde AKUT gibi bir sivil toplum kuruluşu ön plana çıkmıştı. Bu depremde ise bir sivil toplum kuruluşu değil, her “mucize” kurtuluş sonrasında “Allah-u Ekber/Allah Büyüktür” diyen insanlar vardı. Bu uygulama hususen mi tertip edildi yoksa doğal olarak mı gelişti bilmiyoruz. Ancak büyük söylemin bir parçası oldu. Deprem, doğaüstü gerçekleşti; ilahi bir azap idi. Kurtulanlar, takdir-i ilahi ile mucize eseri kurtuldu. Bu durumda da biz geriye kalanlara, kadere teslim olup tevekkül göstermekten başka bir seçenek kalmadı.
Yıllardır yer bilimcilerin uyardığı deprem beklenen bir bölgede, beklenilenden büyük iki deprem art arda gerçekleşti. Elbette bu kadar büyük iki depremin olacağı net olarak bilinemezdi. Ancak buna hazırlıklı olmak devletin yükümlülüğüydü. Hem deprem öncesinde hem de sonrasında devlet kurumlarının birçok sorumluluğu vardı. Ancak tüm süreç, özellikle devlet yöneticileri tarafından tanrının omnipotent/kadir-i mutlak iradesine havale edildi. Elinden hiçbir şey gelmeyen vatandaşın birçoğu da bu söylemi kabul etti. Belki fazla da bir alternatifi yoktu.