Hariçten Gazel Haftalık Dış Haberler Bülteni (1-7 Ekim 2024)
7 Ekim 2024 Pazartesi günü, Hamas’ın İsrail’e saldırarak 1200’den fazla kişiyi öldürdüğü ve 253 kişiyi rehin aldığı saldırının yıldönümüydü.
Bu saldırının ciddi sonuçları olacağını öngörebilmiştik. Ancak bir türlü engellenemeyen tırmandırma siyaseti, sanıyorum ki tahminlerin çok ötesinde sonuçlar doğurdu.
Bu yazıda son bir yılda yaşananları ve ortaya çıkan sonuçları kısaca ele almaya çalışacağım. Orta Doğu söz konusu olduğunda yaşanacak gelişmelere dair tahmin yapma olanağımız oldukça kısıtlı olsa da bundan sonra yaşanabileceklere dair de senaryolara değineceğim.
Bu Savaş Aslında Bir İsrail-İran Savaşı mı?
Hamas saldırısından sonra Orta Doğu’da yaşananları değerlendirirken, başlıktan da anlayacağınız üzere tüm bu gelişmeleri İsrail’in savaşı olarak nitelendirdim. Zira Hamas’ın saldırısı (ki Hamas bu ölçekte olmasa da benzer saldırıları geçmişte de yapıyordu) konuyla ilgilenen herkesin tahminlerinin ötesinde bir çatışma ve belirsizlik ortamına yol açtı.
Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının hemen ardından İsrail, Gazze’ye yönelik operasyonlarına başladı. Hizbullah güçleri de Lübnan’ın güneyinden İsrail’e roket saldırılarını başlattı ve Gazze’de bir ateşkes sağlanana kadar bu saldırılara devam edeceğini açıkladı.
İsrail, Hamas’ın saldırısından aldığı meşruiyetle bu örgütü yok etme hedefini tüm Gazze’yi yok etme hedefine dönüştürerek soykırım suçlamalarını beraberinde getiren ciddi bir sivil katliamına girişti.
Hamas’ın Aksa Tufanı saldırısı, İsrail halkı için travmatik bir yıkım olmuş ve İsrail’in sağladığı güvenlik duvarlarının aşılabilirliğini göstermişti. Bu travmanın yarattığı psikolojik ortamdan da güç alan Netanyahu ve savaş kabinesi, İsrail’in güvenliğinin ancak bölgedeki İran destekli Direniş Ekseni güçlerinin yok edilmesiyle sağlanacağı düşüncesiyle “daha çok savaş” politikasına yöneldi.
Kısa vadede bu yaklaşım, ABD’den silah ve teknoloji desteği alan İsrail ordusunun taktik zaferlerini sağlasa da orta ve uzun vadede İsrail’e ve bölgeye güvenlik getireceği çok şüpheli. Zira İsrail’in kurulduğu 1948’den beri yaşananlar, Orta Doğu’da savaşla bir yere varılamayacağını defalarca kez gösterdi.
Savaşın Arka Planı ve Diğer Gelişmeler
7 Ekim saldırılarından önce Trump hükümetinin desteğiyle başlayan İbrahim Anlaşmaları kapsamında Arap ülkeleri ve İsrail arasında karşılıklı tanıma ve ticaret olanaklarını artırma süreci yaşanıyordu. Filistin davası, iki devletli çözüm gibi sözler artık duyulmaz olmuş, İsrail’in güvenlikçi politikaları altında Gazze ve Batı Şeria unutulmaya yüz tutmuştu.
İsrail ile mücadele etmekten ve Filistin’i savunmaktan yorgun düşmüş başta Suudi Arabistan olmak üzere diğer bölge ülkeleri, İran karşıtlıkları sebebiyle de İsrail’e göz kırpıyorlar ve Filistin davasını geri plana atarak bölgede yeni bir dönemin kapılarını aralamaya çalışıyorlardı.
İşte böyle bir ortamda şu an Hamas’ın lideri olan Yahya Sinwar’ın planladığı Aksa Tufanı saldırısı, Filistin meselesini tüm dünyanın gündeminin merkezine oturtarak, yeni oluşan dengeleri kökünden değiştirdi.
Hamas’ın saldırısından İran ve vekil güçlerinin de haberi olmadığına dair birçok haber ve analiz yapıldı. Nitekim yaşanan gelişmeler de en azından, Hamas’ın bu denli büyük çapta bir saldırıyla İsrail’i vuracağını İran ve Hizbullah’ın da hesap etmediğini gösteriyor. İran, Gazze Savaşı’nın en başından bu yana İsrail ile büyük bir savaş istemediğini ortaya koydu. Hizbullah da yalnızca en iyi bildiği roket saldırılarını yapmak suretiyle İsrail’i rahatsız ederek Filistin davasını savunmanın getirdiği meşruiyetten yararlanmayı sürdürdü.
Bir yıpratma savaşı olarak süren bu savaş, geçtiğimiz Nisan ayından bu yana yaşanan gelişmelerle Orta Doğu’yu büyük bir ateş çemberine döndürmeye aday bir sürece girdi.
Gazze’yi yerle bir eden İsrail, (BBC verilerine göre Gazze’deki binaların yüzde 60’a yakını kullanılamaz hale geldi) gözünü Direniş Ekseni ve İran Devrim Muhafızları’nın liderlerine dikti. 1 Nisan 2024’te İsrail, Şam’daki İran konsolosluğu ek binasında, aralarında İran Devrim Muhafızları’nın Kudüs Gücü kolunun üst düzey komutanı Tuğgeneral Muhammed Rıza Zahidi ve diğer yedi Devrim Muhafızı subayının da bulunduğu 16 kişiyi öldürdü.
İran bu saldırıya, füzeler ve İHA’lar ile İsrail’e İran topraklarından saldırı düzenleyerek karşılık verdi. Bu saldırı; İsrail, ABD ve müttefikleri tarafından kolayca önlendi. İran ise savaş istemediğini gösterir bir şekilde bu saldırıyı yapmadan önce ABD’yi bilgilendirmişti.
Ancak İran zevahiri kurtarma derdinde olduğundan, tarihinde ilk defa İran topraklarından İsrail’e doğrudan bir saldırı düzenleyebilmiş ve Tel Aviv sokaklarında sirenlerin çalmasını sağlayabilmişti. Bu saldırıyla İran yönetimi İsrail’e cevap verdiğini düşünüyor, Gazze’de bir ateşkes sağlanmasını ve tırmanışın artık bitmesini bekliyordu. Bu beklentisi biraz da ABD ile görüşmelerinden ve ABD’lilerin ateşkesin sağlanacağına dair sözlerinden ileri geliyordu.
İktidarının devamı, bu savaşın sürmesine sıkı sıkıya bağlı olan Netanyahu ve savaş kabinesi ise bu saldırıyı da İran’ın İsrail’e uzanan kollarını kesmek ve Gazze’de Hamas’ı tamamen yok etmek için yeni bir fırsat olarak gördü. Ancak İsrail’in hesaplaşması gereken Hamas’tan daha önemli bir güç vardı: Hizbullah.
Savaş, Lübnan’a da Sıçrıyor
Lübnan’da yalnızca silahlı bir güç olarak değil, merkezi yönetimde yer alan siyasi bir güç olarak da kendini kabul ettirmiş olan Hizbullah da İran gibi İsrail ile topyekûn bir savaşa girmek istemiyordu. Lübnan’ın ve İran’ın içinde bulunduğu koşullar Hizbullah’ın, İsrail’e pek de zarar vermeyen roket saldırıları yapmanın ötesine geçmesini engelliyordu.
Gazze’de resmi verilere göre 42 bine yakın insanı öldüren ve 2,2 milyon insanın bu küçük yerleşim biriminde hiçbir vicdani ve hukuki anlayışa sığmayacak şekilde yaşamını sürdürmesine neden olan İsrail, savaşını Direniş Ekseni’nin diğer güçlerini de kapsayacak şekilde yaygınlaştırma kararlığındaydı.
Uluslararası toplumdan gelen cılız sesler, reelpolitiğin hukuk ve değerler üzerine yeni ve yıkıcı bir galibiyetini ilan etmekten öte bir işe yaramıyor, ABD ve müttefikleri ise defalarca kez denemelerine rağmen Netanyahu’yu ateşkese ikna edemiyordu.
İşte bu vasatta İsrail’in nokta operasyonlarla suikastları birbiri ardına geldi. 31 Temmuz günü İsrail, önce Hizbullah’ın önde gelen liderlerinden Fuad Şükür’ü Beyrut’ta öldürdü. Aynı gün İran’ı çok büyük bir aşağılanmaya maruz bırakacak şekilde Hamas’ın lideri İsmail Haniyye’yi, Tahran’da yeni Cumhurbaşkanı Mesut Pezeşkiyan’ı ziyareti sırasında öldürdü.
Bu saldırılar, İsrail’in istihbarat açısından İran ve Direniş Güçleri’nin kalbine kadar sızdığını gösteriyor ve ateşkes ile ilerlenebilecek barış umutlarını iyiden iyiye toprağa gömüyordu. Seçimleri bekleyen Biden hükümeti kendini çaresiz hissediyor, bölge güçleri de olanları uzaktan izliyor, İsrail ise daha da yükselteceği hedeflerinin planlarını yapıyordu.
2024 Eylül ayı, Orta Doğu tarihinde eşi benzeri görülmemiş saldırılara şahit oldu. İsrail, Hamas’ı yok etme hedefine yeni bir hedef daha eklemişti: Hizbullah’ın saldırıları nedeniyle İsrail’in kuzeyindeki yerleşim bölgelerinden tahliye edilmiş olan 60 bin İsrail vatandaşını bölgelerine yeniden yerleştirmek.
Bu hedef doğrultusunda Hizbullah’ın beli bir daha doğrulamayacak şekilde kırılmalıydı. 2006 yılında Hizbullah ile Lübnan topraklarında giriştiği savaştan boynu bükük ayrılan İsrail, o günden bu yana planladığı olası olan bir istihbarat operasyonu ile Hizbullah’a çok büyük bir darbe vuracaktı.
Bu darbe kimsenin beklemediği yerden ve beklemediği bir şekilde geldi. Tedarik zincirine sızan Mossad, Hizbullah’a aslında küçük birer bomba olan çağrı cihazları ve telsizler satmıştı. 17-18 Eylül tarihlerinde bu çağrı cihazları ve telsizler eş zamanlı patlatılarak Hizbullah’ın birçok mensubu saf dışı edildi. Bu saldırılarda ölen ve yaralanan Hizbullah mensupları dışında birçok sivil de ya hayatını kaybetti ya da yaralandı.
Ancak İsrail bununla da yetinmedi. 28 Eylül günü Hizbullah’ın 1992’den beri başında bulunan ve Ayetullah Hamaney’e yakınlığıyla bilinen karizmatik lideri Hasan Nasrallah’ı Beyrut’un güneyinde, Hizbullah’ın yönetim merkezi olarak bilinen Dahiye’de çok şiddetli bir saldırıyla öldürdü.
Ekim ayı başında, Haniye’nin kendi topraklarında öldürülmesi nedeniyle İran’ın İsrail’e yapması beklenen misilleme, Nasrallah suikastının ardından geldi. İran, Nisan ayına göre daha ciddi bir saldırı düzenleyerek İsrail’e 200’e yakın balistik füze yolladı. İran’ın yolladığı füzelerin çok küçük bir kısmı hava savunma sistemini aşarak İsrail topraklarına düştü. Can kaybına neden olmayan bu saldırı İsrail’de büyük bir panik yaratmaya yetti.
İran, saldırının ardından bu misilleme ile İsrail’in artık savaşı bitirmesi gerektiğini ve kendileri açısından bu saldırının ateşkesin sağlanması koşulu ile son olduğunu ifade ederek büyük bir savaş istemediğini tekrar ortaya koydu.
İsrail şu an, İran’a cevap vereceğini açıkladıktan sonra tüm aktörler için Orta Doğu’da gergin ve tedirgin bekleyişin sürmesini sağlıyor. İsrail’in yapacağı saldırının İran’ın nükleer tesislerine kadar ulaşması endişesi ABD dahil herkesi korkutuyor.
Tüm bunlar yaşanırken bu yazının sınırlarına sığmayacak başka birçok operasyonla İsrail; Hamas, Hizbullah ve Devrim Muhafızları’nın birçok üst ve orta düzey mensubunu da öldürdü. İsrail’in üstün istihbarat desteği ile bu tür operasyonları sürdüreceğini tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok.
Öte yandan İsrail ordusu, Yemen’deki İran’ın desteklediği Husilere ve Suriye’deki Direniş Güçleri hedeflerine de birçok saldırı düzenledi.
Geldiğimiz noktada İsrail, Lübnan’ın güneyine sınırlı bir operasyonla karadan bir müdahaleye de girişti. Sonuçları şu an için öngörülemeyecek bu maceranın Orta Doğu için neler getireceğini bekleyip görmek gerekecek. Ancak yukarıda özetlediğim tüm bu gelişmeler şimdiden belirli sonuçlar doğurdu.
İsrail’in Savaşı’nın Sonuçları
Bir yıllık savaştan elimizde kalan şey, Gazze’nin artık eskisi gibi olmayacağı ve İsrail’in bu bölgenin kontrolünü elinden bırakmayacağı. Filistin’in Batı Şeria ile birlikte elinde kalan bu toprakların, bundan sonra bir Filistin toprağı olarak kalabilmesi ve Hamas tarafından yönetilmeye devam etmesi çok zayıf bir ihtimal.
ABD başta olmak üzere Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Orta Doğu ülkelerinin Filistin’de desteklediği iki devletli çözüm artık bir hayal oldu. İsrail’in Orta Doğu’daki diğer ülkeler tarafından meydan okunamayacak gücü, Filistin’in meşru bir devlet olarak tanınmasını ve bir aktör olarak oyuna katılmasını mümkün kılmayacak gibi gözüküyor.
İsrail’in Gazze’yi yerle bir ederken Batı Şeria’da da yıllardır sürdürdüğü işgal politikasına devam etmesi, her geçen gün Filistinlilerin topraklarından edilmesine ve İsrail’in bu bölgede zemin kazanmasına katkı sağlıyor. Batı Şeria’daki İsrail yayılmacılığı da iki devletli çözümün artık bir hayal olduğunu teyit ediyor.
Savaşın diğer büyük aktörü İran ise büyük bir kararı verme aşamasında. İç politikasında ve ekonomisinde ciddi sorunlar yaşayan ve meşruiyetini her geçen gün daha çok yitiren İran rejimi, ya eskisi gibi vekil güçlerini destekleyerek elinde kalan imkanlarla İsrail ile savaşı sürdürecek ya da yıllardır sürdürdüğü bu politikasını değiştirerek Orta Doğu’da kendisine meşruiyet sağladığına inandığı İsrail’i yok etme hedefinden vazgeçecek.
Aksi takdirde İsrail, özellikle istihbarat gücüyle İran rejimine ciddi zararlar verebilir ve Netanyahu’nun İran halkına seslenişinde işaret ettiği gibi İran rejimini yıkıma götürecek bir süreci başlatabilir.
İsrail şu an bölgede kendini hiç olmadığı kadar güçlü hissediyor. Hamas’ın saldırısını fırsat bilen Netanyahu, hiç olmadığı kadar İran ve vekil güçlerini zayıflatabilmiş görünüyor. Muhtemelen Netanyahu, artan halk desteği ile bir tür zafer sarhoşluğu yaşıyor. Bu durumda Lübnan’daki kara operasyonunu Litani Nehri bölgesini kuzeye kadar tamamıyla işgal etmeye kadar götürebilir. Bu durum ise Rusya’nın Ukrayna’da saplandığı batak gibi bir tuzağa İsrail’i çekebilir.
Hizbullah her ne kadar ciddi güç kaybetmişse de yıllara dayanan deneyimi ve azımsanamayacak sayıda silahlı mensubu ile Lübnan’da İsrail’in canını tekrar acıtabilir. Kara savaşı, bir yeri havadan bombalamaya benzemez. Bu nedenle bu olasılık hiç de az değil.
Belirsizliğin had safhada olduğu Orta Doğu coğrafyasında, bir ateşkes ile önüne geçilemeyen tırmanışın, şu an aklımıza hiç gelmeyecek başka sonuçlar doğurması da ihtimaller dahilinde. İsrail’in, her ne kadar bu günlerde kendini son derece özgüvenli hissetse de, uzun vadede güvenliğini sağlamasının yolunun barıştan geçtiğini anlaması gerekiyor. Aksi takdirde akan kan, yeni kanlar akmasını talep etmeyi sürdürecek.
Uluslararası hukuk, savaş hukuku, insan hakları gibi değerler ise İsrail ordusunun postalları altında, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana hiç olmadığı kadar ezilmiş ve örselenmiş durumda. ABD’nin özgür dünyanın lideri ve uluslararası hukukun bekçisi olma pozisyonu da hiç bu kadar zarar görmemişti. Tüm bu karmaşa arasında pek de konuşulmayan bu durum, tüm uluslararası sistemi etkileme ve dönüştürme potansiyeline sahip. ABD’li yöneticiler bu durumun kendi güçlerini zayıflattığının ne kadar farkında, bunu bilemiyorum.
Belki aklınıza şöyle bir soru geliyordur: Türkiye tüm bu olanların neresinde? Türkiye tüm bu olanların neredeyse hiçbir yerinde değil. Son bir yıldır Orta Doğu’ya dair okuduğum analizler içerisinde neredeyse hiç Türkiye referansına rastlamadım. Çünkü Türkiye, Suriye Savaşı ile Orta Doğu’da taraf tutmanın ve mezhepçi çizgide bir politika izlemenin bedelini ödüyor ve daha uzun yıllar bu bedeli ödemeye devam edecek. Bu bedel ne diye soracak olursanız, yanı başındaki Orta Doğu coğrafyasında çok da ciddiye alınmayan bir aktör olmak derim.