2025 yılında ABD hükümeti ithal ürünlere karşı uyguladığı gümrük tarifelerini yirminci yüzyıl başından beri görülmemiş seviyelere çıkardı. Hükümet; ABD şirketlerinin Çin’e, Çinli şirketlerin ABD’ye yatırım yapmasını engelliyor. İntel gibi dev özel şirketlerin hisselerini devralarak sanayiyi devletleştirme yönünde küçük adımlar atıyor. Tüm bunlar önünde engel teşkil edebilecek Dünya Ticaret Örgütü kararlarını da tanımıyor.
Öyle görünüyor ki bildiğimiz küreselleşmenin sonu geldi. Yerine neyin geçeceğini anlamaya çalışıyoruz.
Bu konuyu ele alan bir ayrıntılı bir makaleyi TÜSİAD Küresel Siyaset Forumu için kaleme aldım. Bu linkten erişebilirsiniz. Makalenin akademisyenlerce tartışıldığı bir webinar’ı da 25 Eylül Perşembe günü Prof. Evren Balta’nın koordinatörlüğünde gerçekleştirdik. ABD, kendi kurduğu liberal uluslararası ekonomik düzeni neden bozuyor? İstikameti belirleyen tek şey Trump’ın kişisel saplantıları mı? ABD yeniden sanayileşebilir mi? Bu arada altın neden sürekli değer kazanıyor? Makalenin ve webinarın ışığında, bu soru demetini birkaç hafta boyunca burada tartışmayı düşünüyorum. Bugün, ABD’nin Çin’i yanlışlıkla ekonomik süpergüç haline getirmesini ele alarak başlayacağım.
Somut bir yerden girelim. İstanbul Boğazı’nı ziyaret eden herkes Haydarpaşa limanındaki turuncu mavi konteynerleri görmüştür. Basit gibi görünen bu nesne, dünya ekonomisini en fazla etkilemiş icatlardan biri. 1968’e kadar bunlar ortada pek yoktu. Mamul ürünler, break-bulk denilen bir usulle, yani parça parça gemilere yüklenir, bunun için çok sayıda liman işçisi çalıştırmak gerekirdi. Zaten bu yüzden liman sendikaları ve grevleri, kapitalizmin en zayıf noktalarından birini oluştururdu. Ayrıca bu usulle yüklendikten sonra pek çok ürün gemide açıktan gider ve kaza kırım hırsızlık riski çok olurdu.
Konteynerler bu manzarayı değiştirdi. Tüm dünyada standart bir şekil ve büyüklükte bulunan mühürlü bir kutu. Bir tesisin hangarından tıra, oradan trene, oradan limandaki vince, oradan gemilere, oradan dünyanın başka ucundaki limanlara, trenlere, tırlara ve tesislere; hiç açılmadan, indirme bindirme yapmadan, çok daha hızlı ve güvenli biçimde ulaşabiliyor. Bu sayede uluslararası ticaret katlanarak arttı. 1960’da dünyadaki uluslararası mal ticareti, küresel hasılanın %20’sinden azına denk geliyordu. Bu oran 1993’te %29’a, tarihi zirveyi gördüğü 2008’de ise %50’ye çıktı. Belki daha önemlisi, üretimin doğası değişti. Artık çok uzak noktalardan gelen girdiler, hassas bir zamanlamayla birbirlerinin ucuna eklenebiliyor. Binlerce parça içeren ürünlerin her bir parçasının, nereden en ucuz tedarik edilecekse oradan gelmesini sağlayan bir üretim zinciri böyle mümkün oldu. Öyle ki bugün pek çok mamul ürün, önceden üretilip envanterde tutulmak yerine tüketici siparişi verdikten sonra üretiliyor, çünkü üretim ve nakliye o kadar hızlı.
Konteyner dediğimiz icadın yaygın kullanımı için gereken elbette ki çılgın bir teknoloji değil kurumsal koordinasyondu. Daha önce de konteynerler bulunmakla birlikte tüm dünyada aynı biçim ve boy kullanılmadığı sürece ulaşım ve lojistik tesislerinin entegre edilmesi mümkün olmuyordu. Malcom McLean adlı ABD’li iş adamı, standardizasyonun ABD’deki öncülüğünü yaptı, sonra Avrupalıları ikna etti. Varılan mutabakat 1968’de ISO eliyle bir küresel standart olarak yayınlandı ve isteyen her ülke bunu uygulamaya başladı. Uluslararası ticaret ve üretimin küreselleşmesini de bunun gibi kurumsal değişimler mümkün kıldı.
Bu değişimlerin hemen hepsinin önderliğinde ABD’li şirketleri ve ABD devletini buluyoruz. ABD’liler bunu dünyaya iyilik olsun diye yapmadılar. Mesela McLean, Avrupa’ya daha kolay, daha çok mal taşımasının ortak bir standartla mümkün olacağını görüyordu. Yani ABD ekonomisinin dünyadaki payı çok büyük olduğu için, dünya ekonomisinde koordinasyonla yakalanacak verimlilik artışlarından ABD bizzat faydalanıyor, o yüzden o koordinasyonun liderliğini yapma zahmetine ABD giriyordu. Küreselleşmeyi hızlandıran Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB) gibi kurumlar da bu liderliğin ürünleri. Bu kurumlar uluslararası ticaretin önündeki gümrük vb. bariyerleri kaldırdılar, ticaret için ortak bir para birimi olarak doları desteklediler ve kredilerle yaygınlaştırdılar.
Konteyner standardizasyonu başladığında ABD’li uzmanlar bunun pek çok şeyi değiştirebileceğinin farkındaydılar. Ancak o zamanki öngörüleri, San Francisco’nun önemli bir ticari liman olarak yerini lojistik için daha uygun olan Oakland’a kaptıracağı gibi değişimlerle sınırlıydı. O sıralarda ekonomik bir enkaz olan Çin’in bir gün dünya konteyner ticaretini domine edeceği ve git gide ABD’yi sanayisizleştireceği gibi düşünceler henüz akıllarının ucundan geçmiyordu. Oysa ki konteynerler ve küreselleşme sonunda en çok Çin’e yaradı.
Nasıl mı? Çin zaten tarih boyunca önemli bir ekonomik merkez olmuştu ve kabaca 1840-1950 arasındaki çöküşü belki de istisnai bir parantezden ibaret olmalıydı. 1950 itibariyle Çin’de güçlü bir devlet otoritesi tekrar kuruldu. O devlet de istikameti konusunda bocaladıktan sonra yaklaşık 1980’den itibaren kalkınmacı politikalar uygulamaya başladı. Aynı tarihlerde küresel üretim zincirleri ortaya çıkmaya başladığında Çin bundan azami ölçüde faydalanabilecek özelliklere sahipti: disiplinli, düşük maliyetli emekçi nüfusla birlikte kaliteli altyapı ve çok sayıda uygun liman, piyasa deneyleri için bir pencere olarak Hong Kong gibi özel bölgeler, yanı başında sermaye kaynağı ve ilk pazar olarak Japonya. Sonrasını uzun uzun anlatmak gereksiz, Çin’in sanayileşme ve küreselleşme hızının tarihte benzeri yok. Bugün dünyadaki konteyner ticaretinin dörtte biri (Hong Kong sayılmadan) Çin’den geçiyor. Tüm sanayi üretiminin üçte birine yakını Çin’de yapılıyor. Bu arada konteyner dediğimiz kutuların çoğu da keza Çin mamulü. Kısacası, tüm dünya seçenekler arasına girince gemiler Oakland’dan ziyade Şanghay’a, Shenzhen’e, Guangzhou’ya (Kanton) kaydı.
Yirmi birinci yüzyılın ilk on beş yılında, sanayi imalatının böylece Çin’de yoğunlaştığı, yüksek miktarda sanayi mamulünün Çin’den ABD’ye ihraç edildiği, bu şekilde Çin’de oluşan cari fazlanın Amerikan hazine tahvilleri gibi dolar bazlı menkul kıymetlere yatırılarak yine ABD piyasalarına ödünç olarak geri döndüğü bir çevrim ortaya çıkmıştı. ABD cari açığının dış sermaye transferiyle finanse edilmesiyle ABD ucuz ithalata devam edebiliyor, Çin de cari fazlasını iç tüketim yerine dış finansal varlıklara aktararak emek maliyetlerini belli bir seviyede tutuyordu. Simetrik olmasa da karşılıklı bir bağımlılığın söz konusu olduğu bu durum Çin ile Amerika’nın ekonomik olarak iç içe geçmesini anlatan Chimerica terimiyle İngilizce’de anılmaya başlamıştı (bkz. Şekil 1). Bu süreçte ABD’nin dünya sanayi imalatındaki payı %17’ye geriledi. ABD’nin dış borcu ve federal bütçe açığı da sürekli olarak arttı.

ABD için Çin’e bağımlılığın baş ağrıtan tek boyutu dış borç değil. Pek çok ABD’li sermayedar, Çin’deki üretimde yatırımlarıyla pay sahibi olarak kazananlar arasında yer alırken ABD’de sanayisizleşme, bölgesel istihdam kayıpları anlamına geliyor, eşitsizliği derinleştiriyordu. Çin ithalatının ABD ekonomisi üzerine etkilerini 2000-2007 dönemi için değerlendiren nispeten iyimser bir araştırmanın bulgularını özetleyelim: Bir yandan, doğrudan Çin ile rekabet eden sektörler ve onlara girdi sağlayan upstream sektörlerde yıllık %2 istihdam azalışı söz konusu. Öte yandan, Çin’den gelen ucuz girdiler sayesinde daha verimli üretim yapan downstream sektörlerin kazancı dahil edildiğinde ABD’deki tüm sektörler üzerindeki net etki %1,27 istihdam artışı olarak tespit ediliyor. Genel itibariyle olumlu görülebilecek bu tablo, belirli sektörlerin Çin ile ticaretten olumsuz etkilendiğini hatırlatıyor. Bunlar kol emeğinin yoğunlaştığı sektörler olduğu için, Çin ile ticaretin ABD’de üniversite mezunu olmayan çalışanların ücretlerinde %4,3 düşüşe neden olduğu ortaya çıkıyor.[1] Üniversite mezunu olmayanlar da, hem 2016’da hem 2024’te Çin’e karşı korumacılık ihtiyacını vurgulayan Trump’a daha çok oy verdiler.
Ama ABD için belki de tüm bunlardan daha önemlisi, teknoloji yarışında üstünlüğü kaptırma riski. Başta ucuz işçilikle bilinen Çin ekonomisi hızlı bir öğrenme performansı gösterdi ve artık yerli sermaye ve teknolojisiyle öne çıkıyor. Bugün belirli sektörlerde Çinli şirketlerin rolü dünya hakimiyeti düzeyinde. Örneğin Çin, dünyadaki güneş panelleri üretiminde %80’in üzerinde pay sahibi. Çinli BYD, elektrikli otomobil üretiminde en büyük şirket haline gelmiş, elektrikli batarya değer zinciri Çinliler tarafından domine edilmiş durumdadır. Bu ihracata dayalı model Çin’de tüketimin baskılanması esasına dayandığı için tüm bu başarılar ortalama Çinlinin yaşam standartlarına tam olarak yansımıyor. Sonuç olarak Çin kişi başı gelir seviyesi açısından hâlâ bir üst-orta gelir ülkesi, tıpkı Türkiye gibi. Fakat zaten ÇKP yönetimindeki Çin devletinin kalkınma vizyonunda öncelik, yaşam standartlarından ziyade kritik teknolojilerde üstünlük elde edip bunu bir siyasi ve askeri güç kaynağı olarak kullanabilmek. En önemlisi de, hem sivil hem askeri kullanımı olan teknolojiler. Örneğin mikroçipler (yani Öztürkçeleştirilmiş haliyle “yongalar” ya da semiconductor karşılığı olarak kullanılan “yarıiletkenler”).
Mikroçipler, bilgisayara dayalı her şeyin temelinde. Her tür haberleşme, elektronik harp ve akıllı silah ekipmanı için mikroçipin kritik girdi olduğu anlamına geliyor bu. Yakın gelecekte bu alanda üstünlüğü Çin ele geçirebilir. İşte bu yüzden ABD’de bazı çevreler, sanayi üretimini Çin gibi ülkelere taşere edip, gerçekleşen üretkenlik artışından finansör ve son müşteri olarak faydalanma modelinin bir çıkmaz sokak olabileceğini fark ettiler. Yeniden sanayileşsek mi acaba demeye başladılar. Yoksa yolun sonunda ABD’nin askeri üstünlüğünü kaybetmesi riski var.
Şimdilik burada duralım. Haftaya mikroçip sektörüne biraz daha yakından bakarak devam ederiz. Bu arada siz kaynak makaleyi okuyabilirsiniz.
[1] Whang, Z. vd. (2018) “Re-examining the Effects of Trading with China on Local Labor Markets: A Supply Chain Perspective”, NBER Working Paper, https://www.nber.org/papers/w24886