Stefan Zweig’ın Dünün Dünyası (Die Welt von Gestern) adıyla yayınlanan anıları, bir yazarın otobiyografisinden öte, 20. yüzyıl başında Avrupa’nın kültürel, entelektüel ve siyasal panoramasını gözler önüne seren, I. Dünya Savaşı’yla yıkılan ve II. Dünya Savaşı’nın eşiğinde tamamen kaybolan bir uygarlığa tutulan yas niteliğinde bir hatırat aslında. Zweig’ın, kişisel yaşam öyküsü ile kolektif belleği iç içe geçirerek “kaybolmuş bir dünya”nın hem büyüsünü hem de trajedisini tasvir ettiği iyi bir metin.
Bir entelektüeller resm-i geçidi olarak: Dünün Dünyası
Zweig (1881-1942), altüst oluşlarla dolu uzun 20. yüzyılın ilk yarısının belki de en kozmopolit, sınırlar-üstü entegrasyon yanlısı ve hümanist yazarı olarak nitelendirilebilir.
Viyana’da varlıklı bir Yahudi ailede dünyaya gelen Zweig, ailesinin maddi imkânları sayesinde genç yaşta edebiyat ve sanat dünyasına yönelebilmişti. Yıllar sonra Almanya’nın yanında Büyük Savaş’a sürüklenecek olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun görkemli zamanlarında, Viyana’nın son derece canlı kültürel ve entelektüel atmosferinde yetişmiş, felsefe eğitimi almış, bilahare edebiyat, şiir ve çeviriye yönelmişti.
Dünün Dünyası’nda karşımıza çıkan Zweig, Viyana’nın kozmopolit ortamında çokkültürlülük atmosferinde yetişmiş, dönemin Avusturyalı, Alman, Fransız ve İtalyan entelektüelleri ile yakın temas ve etkileşim içinde bir figürdür. Savaş öncesi ve sonrasında kendini “Avrupa kimliği” ile tanımlar, milliyetçiliğe mesafeli olduğu kadar, savaş karşıtı ve pasifist çizgisiyle dikkat çeker. Seküler bir muhitte büyümesi ve serbest bir çevrede dostluklar kurması, din kavramına ve kendi Yahudi kökenlerine de diğer daha kimlikçi dindaşlarına nazaran mesafeli olmasını getirir.
Hatıralarında Richard Strauss’tan Rodin’e, Freud’dan Emile Verhaeren’e, Rilke gibi şairlerden, Romain Rolland ve James Joyce gibi yazarlara kadar geniş bir yelpazede, kurduğu dostlukları edebi ve leziz bir dille tasvir eder. Rilke’yi “son derece narin, içine kapanık ve neredeyse ‘ruhani’ bir şair” olarak tasvir eder; Rolland ile uzun bir dostluğu vardır ama en çok “ahlaki cesaretini” över; Joyce’un Ulysses üzerine çalışırkenki yalnızlığını anlatır ama “dâhiyane ve içine kapanık, zor bir kişilik” olduğunu söyler. Büyük sanatçı Strauss’un müziğinde disiplin ve ustalık görse de “kişiliğinde duygusal bir soğukluk” sezer, atölyesinde ziyaret ettiği heykeltıraş Roden’in yaratıcı enerjisine tanık olur ve “el emeğinin dâhisi” diye betimler kendisini. Viyana kültür çevrelerinde tanıdığı Freud’u “insan ruhunun derinliklerine inen bir öncü” olarak ansa da mesafeli bir hayranlık duyduğu satır aralarına siner.
Gazetecilikten İsrail Devleti’nin fikir babalığına: Theodor Herzl
Uzun yıllardır Ortadoğu’nun kültürü, siyaseti ve tarihi üzerine çalışan bir araştırmacı olarak, Zweig’ın bu leziz portreleri arasında bir isim özellikle dikkatimi çekti: Modern Siyonizm’in kurucu babası Theodor Herzl. Gazetecilikle iştigal eden, 1860 Budapeşte doğumlu Herzl de Zweig gibi Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tebaası olarak dünyaya gelir. Başlarda Avusturya milliyetçisi olmasına rağmen, 19. yüzyıl sonunda Avrupa’da yayılmakta olan Yahudi karşıtlığı onu da etkiler, hukuk tahsilinin ardından daha aktivist bir çizgiye kayar. Viyana Gazetesi’nin ardından Paris’teki Neue Freie Presse‘de önce muhabir, sonra da yayın editörü olarak çalışmaya başlar.
Herzl’in tüm kariyerini şekillendirecek olan olaylar tam da Paris’teki bu gazetecilik döneminde karşısına çıkar. Bu olaylar silsilesi, kıtadaki Yahudi karşıtlığının sembol davası sayılan Dreyfus Olayı ile başlar. Fransız ordusundan Yahudi asıllı Yüzbaşı Alfred Dreyfus, 1894’te haksız yere Alman İmparatorluğu’nun casusu olmakla suçlanır. Fransızlardaki Alman histerisi bu süreçte başlamadıysa da 1870-71 Fransa-Prusya Savaşı’nda alınan yenilginin anısı henüz tazedir, bilhassa sivil ve askeri bürokraside Alman düşmanlığı artmış durumdadır. Detayını bir başka yazıda (https://www.ekopolitik.org.tr/emile-zoladan-geriye-kalan-itham-ediyorum/) Emile Zola’nın İtham Ediyorum metni üzerinden kaleme aldığım bu hadisede, dramatik bir sahnede Yüzbaşı Dreyfus’un rütbeleri sökülüp kılıcı kırılır, “Yahudilere ölüm!” sloganı eşliğinde bir adaya hapse gönderilir. Türkiye’de ve diğer ülkelerdeki benzer süreçleri hatırlatır şekilde, on yıl sonra iade-i itibar yapılacaktır Dreyfus’a, ama ba’de harabi’l-basra…
Süreci gazeteci olarak takip eden Herzl, bilhassa kalabalıkların “Yahudilere ölüm!” sloganından dehşete düşer, zira Doğu Avrupa’da birkaç sene önce yapılan kanlı pogromların ve Yahudilere karşı girişilen katliamların hatırası henüz zihinlerde tazedir. Antisemitizm’in ulaştığı seviye ve linç kültürü Herzl’in zihninde milliyetçi canlanmayı derinleştirir, artık cemaati için çalışacak ve ateşli bir Yahudi milliyetçiliğine yönelecektir. Antisemitizm’i yok etmenin nihai yolunun Yahudilerin kendi “devlet”ini kurmaları olduğunu düşünmeye başlar.
Nihayet Dreyfus Olayı’nın toplumsal hafızada henüz canlı olduğu 1895’in sonlarına doğru meşhur kitabı ve modern Siyonizm’in politik beyannamesi olarak kabul edilen der Judenstaat’ı (Yahudi Devleti) yazmaya başlar. 1896’da Almanca olarak yayınlanan risalesi büyük ses getirir, zira Yahudilerin bir an önce Avrupa’dan ayrılıp tarihi İsrail topraklarında kendi devletini kurmasını savunmaktadır. Avrupa’daki Yahudi sermayesinin de büyük ilgisini çeken bu fikir, Herzl’in 1897’de Basel’de Birinci Siyonist Kongre’yi toplamasıyla yeni bir aşamaya geçer. 1914’te başlayan Büyük Savaş’ın ortasında 1917’de ilan edilen Balfour Deklarasyonu, Filistin’deki İngiliz mandası döneminde bölgeye yoğunlaşan Yahudi göçü ve nihayetinde Holokost utancının ardından İkinci Dünya Savaşı sonrası, 1948 Mayıs’ta Herzl’in Judenstaat’ı Tel Aviv’de ilan edilir.
Herzl 1898’de Kudüs’ü ziyaret etse de 1904’te, 44 yaşındayken kalp rahatsızlığından ölür ve elbette fikrinin yol açtığı büyük dalgalanmayı ve onun meyvesi olan devletin kuruluşunu göremez. Ancak bu sembolik adamın naaşı İsrail dışında bırakılamayacak kadar değerlidir İsrail’in kurucuları için: 1949’a kadar Viyana’da medfun olan naaşı, 1949’da Kudüs’teki Herzl Tepesi’ne taşındı ve bugün önemli bir ziyaret mekânı haline gelmiş durumda. Bugün İsrail’deki büyük şehirlerden biri Herzliya da Siyonizm’in kurucu babasının ismini taşıyor. İsrail’in kurucusu David Ben Gurion, 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin bağımsızlık bildirgesini ilan ederken, Theodor Herzl’in o meşhur fotoğrafının önünde bu metni okuyarak kendisini onurlandırmıştı. Bağımsızlık bildirgesinde Herzl’e özel atıf yapılması da bu sembolik önemini gösterir.
Peki Siyonizm’in kurucu babası Herzl, kozmopolit Zweig’ın nesi olur?
Bu kadar ateşli bir milliyetçi ve politik aktivistin, üstelik Siyonizm gibi bir ideolojinin kurucusunun, bizim kozmopolit çokkültürlülük ve beynelmilel hümanizmin trajik temsilcisi, öykü ve biyografi yazarı entelektüelimizle ne alakası var peki?
1890’ların sonları; genç lise öğrencisi Stefan Zweig, edebiyata yoğun bir ilgi duymakta, sıklıkla şiir, deneme ve oyunlar kaleme almaktadır. Ancak bu amatör metinler prestijli gazetelerde kendine pek yer bulamamakta, genelde geri çevrilmektedir ama arka sayfalardaki kuytu köşelerde yayınlanacak olursa da genç yazarlarına heyecandan uykusuz geceler yaşatmaktadır. Zweig bu dönemde bir şiir yazar, muhtemelen melankolik bir gençlik şiiri olsa gerek; gözünü de zirveye diker, Viyana’daki en prestijli kültür-sanat sayfalarına evsahipliği yapan Neue Freie Presse‘ye bu şiiri götürmeye karar verir. “Sonuçta, en fazla geri çevirirler demiştim kendi kendime” diyerek o günkü gençlik hislerini anlatır Zweig (Dünün Dünyası, s. 110).[1]
Zweig, önce Herzl’in üslubunu ve gazetenin önemini anlatır: “Keskin ve bilgece gözlemleri, üslubundaki zarafet, çekiciliği, okunaklılığı ve bugün hâlâ büyüleyici özelliğin koruyan yazıları, gazetecilik alanında görülmemiş bir eğitim ve kültür düzeyine sahip olup, incelik ve zarafet anlamında rafine bir kent için de büyük bir haz kaynağıydı” (s. 111). Dreyfus Olayı’nın Herzl üzerindeki etkisi ve dönüştürücülüğünü anlattığı satırlar, hadisenin Viyana cemaati ve diğer Yahudiler arasında da nasıl algılandığına ışık tutar ve dikkat çekicidir: “Herzl, Paris’teyken kendisini allak bullak eden, tüm varoluşunu değiştirecek bir olay yaşamıştı. Dreyfus’un rütbesinin sökülmesine tanık olmuş, korkudan tir tir titreyen adamın, apoletleri sökülürken ‘Ben masumum!” feryadını işitmişti. Herzl daha o an şunu adı gibi biliyordu ki Dreyfus masumdu ve o tüyler ürpertici ihanet iftirasının arkasında yatan tek şey Yahudi olmasıydı” (s. 111-112).
Ardından Zweig birkaç paragraf boyunca, Herzl’in aslında önceleri Yahudilerin asimilasyon yoluyla Hristiyanlığa entegre edilmesi gerektiğini savunurken, Yahudilik yazgısının asla değişmeyecek bir suç gibi boyunlarına asılı olduğunu fark ettiğini, bir noktada “Madem devamlı aşağılanmak bizim kaderimiz, o halde karşısına başımız dik çıkalım. Madem vatansız olduğumuz için acı çekiyoruz, o halde kendimize bir vatan yaratalım!” diyerek olan bitene meydan okuduğunu söyler (s. 112). Herzl’in “öz ama ağır bir bomba gibi patlama gücüne sahip” Judenstaat risalesi yayınlandığında kendisinin lisede olduğunu, bu metnin burjuva Yahudi kesimler arasında yarattığı genel şaşkınlık ve hiddeti anımsadığını, adeta “karnımız tok, sırtımız pek iken ne gerek var Filistin’e gitmeye, burada Joseph’in imparatorluğu altında halimizden memnunuz” şeklinde homurtular doğduğunu söyler ve Sion’a dönüş fikrine herkesten önce burjuva Yahudilerin karşı çıktığını vurgular.
Hatta Herzl’e o dönemki bakışla ilgili ilginç de bir sahne anlatır: “Herzl tiyatroya girdiğinde tüm salonda “Majesteleri geldiler!” diye alaycı bir mırıltı yükselir olmuştu” (s. 113). Mırıldananların hemen tamamı Yahudi’dir ve Herzl’e “düzmece kral” muamelesi etmektedirler. Ancak bilhassa Doğu Avrupa’daki proletarya Yahudileri arasında Herzl’e büyük saygı ve sevgi duyulduğunu, onun ideallerinin Galiçya, Polonya, Rusya gettolarında çok büyük heyecan yarattığını vurgulamayı da ihmal etmez. “Tek başına bir adam çıkmış, birkaç düzine sayfayla tarumar haldeki, uyumsuz kitleleri toparlayıp bir araya getirmişti” (s. 113). Zaman devrimler çağıdır, devrimler de konfor alanlarındaki burjuva arasından çıkacak bir şey değil, tarumar haldeki alt sınıfların işidir. Evet, Herzl’in Siyonizm’i de şüphesiz –her şey gibi- sınıfsaldır.
Zweig, Herzl’le ilk görüşmesinde açıkça etkilenir: “O ilk görüşmede beni karşılamak için ayağa kalktığı an, kendisi için küçümsemeyle söylenen ‘Siyon Kralı’ lakabının gerçeği yansıtan bir şey olduğunu fark ettim istemsizce: Açık ve yüksek alnı, net hatları, uzun ve maviye çalan siyah papaz sakalı, koyu mavi ve melankolik gözleriyle gerçekten de bir kral havası yok değildi” (s. 114). Sonra babacan bir edayla “Adınızı sanki bir yerde duydum ya da okudum. Şiir yazıyorsunuz değil mi?” diyerek kendi yanına oturttuğunu, yanında getirdiği metni eline alıp arkasına yaslanarak, ağır ağır ve tek sayfa atlamadan, ciddi ciddi okumaya başladığını anlatır. O sırada yüreği heyecandan ağzında beklerken Herzl’in tebrik sözlerinin ağzından döküldüğünü hoş bir benzetmeyle anlatır: “’Güzel çalışmanızın Neue Freie Presse’nin kültür-sanat sayfalarına kabul edildiğini size söyleyebilirim’ dedi. Bu, Napolyon’un savaş meydanında genç bir çavuşa légion d’honneur nişanı takması gibi bir şeydi. O gün sadece 19 yaşındaydım, ilk bakışta küçük ve önemsiz görünen bu teşvikin ne kadar kıymetli olduğunu yalnızca o kuşak mensubu Viyanalılar anlayabilir” (s. 115).
Bu görüşmeden sonraki yıllarda, Viyana’da birkaç sefer daha görüştüğünü anlatır Zweig, zaten hastalıklarla boğuşan Herzl o ilk görüşmeden sonra dört sene daha yaşayacaktır; her seferinde kendisine nezaketle yaklaştığını ve yol gösterici davrandığını söyler. Herzl’in cenazesini tasvir ettiği bölümler de etkileyicidir. Avrupa’nın dört bir yanından bu büyük adama saygıdan dolayı cenaze kortejine gelip katılan kitlelerden bahseder ve o günün adeta kıyamet gibi olduğunu söyler. “Hayatımda ilk kez, milyonluk bir ulusun [Yahudilerin] duyduğu derin bir üzüntüden, bir insanın tek başına fikrinin gücü sayesinde tüm dünyaya ne kadar tutku ve umut tohumu ekebileceğini düşündüm” (s. 118).
Zweig’ın Herzl’e kişisel saygısı büyüktür, ama sadece bu zarif jestinden dolayı değil. Zweig biyografilerini okuyanlar bilecektir; büyük ve etkileyici insanlara çok büyük saygısı vardır ve takdir hislerini asla esirgemez bu tür şahsiyetlerden. Sağlığında Herzl’e yönelik eleştirilerin saygı sınırını çok aştığını söyler. Onun Sion’a dönüş idealinin (yani Siyonizm’in) politik gerçekçiliğini hemen hiç tartışmaz bu satırlarda, ama muhtemelen 1942’de bir umutsuzluk buhranı anında intihar etmeyip birkaç sene daha yaşasa, Ben Gurion’un bağımsızlık bildirgesinde ona doğrudan atfını ve bildirgeyi onun resmini önünde okuduğunu gördüğünde iki büyük savaşın trajedisini yaşayan bu büyük yazar çok da şaşırmazdı.
Ama yüzlerce yılın yıkık ve perişan Yahudilerinin, holokosttan kurtulan bu talihsiz insanların aradan birkaç onyıl geçtikten sonra Filistin’de bir başka mazlum halka yaşattığı soykırıma şahit olsa ve buna tüm dünya uluslarının canlı yayında seyirci kaldığını görse, muhtemelen işte tam da insanlığın tefessüh ettiği bu ana çok şaşırırdı Stefan Zweig.
[1] Stefan Zweig, Dünün Dünyası: Bir Avrupalı’nın Anıları, çev. Gülçin Wilhelm, İstanbul: İletişim Yayınları, 2019.