II. Çözüm Süreci pek çok şeyi etkiledi. Örneğin, ülkenin büyük siyasi aktörleri arasındaki ilişkiler değişmeye başladı. DEM yavaş, ama istikrarlı bir tempoyla muhalefet cephesinden iktidar ile muhalefet arasında daha nötr bir pozisyona doğru kaydı. Bu değişiklik karşısında ana muhalefet partisinin tavrı ise manidar. Ne CHP Kürt hareketinden, ne de Kürt hareketi CHP’den kopmak istiyor. Çünkü seküler, kentli Kürt seçmen CHP’li kitleyle aynı yaşam tarzını paylaşmakta. Bizde uzun süreden beri oylar partilere değil yaşam tarzlarına verildiğinden şaşırtıcı değil bu sonuç. Ama aralarındaki eski sıcaklık da yok. CHP’nin aklı fikri İmamoğlu’nun serbest kalmasında. DEM’in ise İmamoğlu gibi bir önceliği yok.
Kürt hareketi muhalefetten koptu ve Cumhur İttifakına katıldı diyemiyoruz elbette. Çünkü çözüm süreci nihayete ermedi. Kürt hareketi, taleplerinin kamusal siyasette karşılık bulmasını, bazı anayasal ve yasal değişiklikler yapılmasını istiyor. Bahsi geçen ucu açık talep, beklenti ve niyetler listesi realize edilene kadar muhalefeti küstürmeden iktidarla iş ve işbirliği yapma süreci devam edecek.
Partiler dünyasında bunlar yaşanırken kamusal hayat, aydınlar, ideologlar ve politika yapıcıları başka bir mesele üzerine kafa yormakta. Daha çok CHP çevresindeki elitler tarafından dile getirilen ve sağ muhalefetin demokrat çevrelerince de alıcı bulan görüş, çözüm sürecinin bir tuzak olduğu şeklinde. Kürt hareketi isteyerek veya bilmeden Erdoğan’ın tuzağına düşüyor. Barış kavramı ideolojik bir mistifikasyon aracı aslında. Genel olarak Türk tipi başkanlık sistemi, özel olarak ise AKP ile CHP arasındaki şiddet dolu ilişki Türkiye’yi hızla demokrasiden uzaklaştırmakta. İktidar tarafından yarışmacı-liberal demokrasinin tasfiye edildiği bir ortamda toplumsal barış ve tanınma siyaseti gibi bir şey olamaz. Kürtlerin katkı sunduğu sürecin iç politikada tek bir kazananı olacak. Atılan her adım Erdoğan’ı bir kez daha seçtirmeye yönelik. Çözüm sürecine şüpheyle bakanların bakış açısı bu yönde. Peki bu argüman kendi içinde tutarlı, anlamlı ve savunulabilir nitelikte mi?
Öncelikle demokrasiyle barış arasındaki pozitif ilişkiye atıfta bulunmak ve daha teorik bir yerden başlamakta yarar var. Barış ve demokrasi kavramları birbirini hatırlatır. Ama bahsi geçen pozitiflik her durumda ve mutlak bir şekilde kendini tekrar etmez. İki mesele arasındaki ilinti çoğu kez tarihsel açıdan tesadüfidir. Şöyle ki, demokratik rejimler anlaşmazlıkların, şiddeti dışarıda bırakan yarışma koşullarının hakemliğinde sonuca bağlanmasını destekler. Ayrıca müzakere, söz söyleme ve diyalog demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarıdır. Bu hatırlatma bağlamında demokrasinin aynı zamanda iç barışın teminatlarından biri olduğu söylenebilir.
Ancak siyasetin çatışmacı bir doğaya sahip olduğu da bilinen bir gerçektir. Çatışma, özellikle de din ve mezhep savaşları, ulusal isyanlar, bağımsızlık mücadeleleri ve işçi sınıfı hareketi gibi etkisi tüm toplumu saran büyük siyasal-toplumsal mücadeleler, demokratik rejimleri hareket edemez hale getirebilir. Daha fazla demokrasi iç barışı tesis edebileceği gibi devleti yıkıp toplumu çözebilir.
Tartışma iç politikadan dış politikaya kaydırıldığında demokrasiyle barış arasındaki olumsal pozitiflik hemen tümüyle ortadan kalkar. Antik Atina-Roma dizgesinden bugüne kadarki siyasi tarih bize açıkça gösteriyor ki demokratik rejimler en az otoriter alternatifleri kadar saldırgan ve savaş yanlısı olabilir. İngiltere, Fransa ve ABD başta olmak üzere gelişmiş burjuva demokrasilerinin çoğu, aynı zamanda emperyalizm ve sömürgecilik tarihine ciddi ölçüde katkı sunmuş ülkelerdir.
Genel bir toparlama yaptığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Demokrasinin iç barışa katkısı görelidir. Meseleleri konuşmak sorunları çözebildiği gibi daha da derinleşmesine yol açabilir. Dış siyaset bakımından ise tablo çok karanlık. Bir rejimin demokratik karakteri onu kendiliğinden bir şekilde barış yanlısı yapmaz.
II. Çözüm Süreci bakımından meseleyi yeniden yorumladığımızda demokrasi-barış ilişkisindeki ilintisizlik daha açık bir şekilde karşımıza çıkmakta: Bir rejim yarışmacı liberal demokratik kurumlara çok bağlı olmasa, ya da rakipleriyle arasında şiddetli çatışmalar yaşansa dahi iç barışa katkı sunabilir. Hatta Trump gibi sağ popülist siyasetçiler demokrasiyi tahrip etmekle suçlansalar da dünyadaki tüm çatışmaları durdurma vizyonuyla hareket edebilmekte ve çatışan tarafları barış masasına davet edebilmektedir.
Kulvar ve bağlam farklı olmakla birlikte benzer bir yorum Erdoğan liderliği için de yapılabilir. Pek çok siyasetçi ve aydın İmamoğlu’nun hapse atılmasını muhalefetin başkan adayının seçimlere girmesinin engellenmesi şeklinde yorumladı. Bu okumada haklılık payı var mı, Türkiye demokrasisi gerçekte geriliyor mu, yoksa iktidarın ve muhalefetin birlikte katkı sunduğu bir demokratik kriz mi yaşıyoruz sorusu ayrıca uzun uzun tartışılmayı hak ediyor.
Ama her halükarda bu gündemle Kürtlerin tanınma ve kimlik taleplerinin rejim tarafından karşılanmasına yönelik adımlar arasında doğrudan bir bağlantı yok. Erdoğan rakipleriyle kavga edebilir. Bu başka bir mesele. Onun lideri olduğu rejim Kürt sorunu ve Alevi sorunu gibi kronikleşmiş alanlarda öncü adımlar atarak siyasetin önünü açabilir. Bu ise bambaşka bir mesele. İmamoğlu hapisteyse Kürt sorunu çözülse ne olur çözülmese ne olur yorumu indirgemeci bir kolaycılıktan başka bir anlama gelmiyor.
Sonuç olarak rahatlıkla diyebiliriz ki, genel beklenti demokrasi ve barışın birbirini tamamlamasıdır. Ancak gerçek ilişkiler dünyasında demokrasi olmadan da barış olabilir. Ayrıca bu durumun tersi de mümkündür. Dahası AKP-CHP ilişkilerinin kötüye gidiyor oluşu Erdoğan-Bahçeli ikilisinin Türkiye’nin önemli sorunlarını reform yoluyla çözmesine engel değil.
Fotoğraf: Chris Liverani