Politik olarak bir kuşağı oluşturmak, aynı sorulara cevap aramaktan geçiyor. Bir zamanlar aynı soruların peşine düşerek politik bir mücadelenin emektarı olmuş şimdinin yaşlıları arasında, aynı sorulara cevap arayan yeni kuşaklar tarafından nasıl hatırlanacaklarını ve geleceğin eylemlerine nasıl yön vereceklerini dert edenleri görmek ise şaşırtıcı değil. Örneğin, aşağıdaki pasajda “entelektüel ihtiyarlar” Büyük Buhran sonrası ABD’sine ilişkin bir kehanette bulunuyor:
“Tarihin uğuldayan fırtınaları, bir toplumda hem en kötüyü hem de en iyiyi ortaya çıkarabilir. Bir sonraki dönemeç, bizi kelimenin tam anlamıyla yok edebilir, bizi hayatta kalanların ve hatırlayanların hafızalarında lanetli bırakabilir. Bir diğer alternatif ise hayatlarımızı yüceltebilir, bizi bir topluluk olarak yükseltebilir ve mükemmel kahramanlık eylemlerine ilham verebilir. Bu eylemler, gelecek nesillerimiz tarafından efsaneleşmiş hikayeler haline gelebilir.”[1]
Bu yazıda, 1970’li yıllarda hareket içerisinde önemli görevler almış dört ülkücünün kendi mücadele deneyimlerine projeksiyon tutup kaleme aldığı hatıralardan bazı fragmanlar göreceksiniz. Bu fragmanlar ile 70’li yılların ülkücülerinin zihniyet dünyasına da bir pencere açmış olacağız.
Hatıralar
İlk olarak, Giresun’un bir köyünden Ege Üniversitesi’ne jeoloji eğitimi almaya gittiğinde örgütlü bir ülkücüye dönüşmüş İlhan Köymen’i tanıyalım. Köymen, 1975 Ege Üniversitesi Ülkücüleri: İstikbal Yürüyüşü isimli kitabında, İzmir’deki ülkücü öğrenci hareketi deneyimlerini anlatıyor.
Bir diğer isim ise yine genç yaşlarda ülkücü hareket ile tanışmış Mesut Güneş.Onun alametifarikası ideolojik doktrini doğrudan Alparslan Türkeş’ten öğrenmiş ve ülkü ocaklarında eğitmenlik yapmış olması. Başbuğ’un Özel Evlatları: Alparslan Türkeş ve Özel Eğitim kitabında, ülkücü hareketi bir “eğitim hareketi” olarak anlatıyor ve hareketin dayandığı düşünsel kaynakları yeni nesillere aktarabilmeyi amaçlıyor.
Hatıralarını yazan bir diğer ülkücü hareket emektarı ise kendisini şair ve ressam olarak tanımlayan, diğer isimlere kıyasla çok daha renkli bir karakter olan Kenan Eroğlu. Yozgat’ta doğup Ankara’ya üniversite öğrencisi olarak gitmiş, iktisat fakültesinde okusa da hep edebiyata ilgi duymuş, hareketin yerel basınının oluşmasına öncülük etmiş bir isim. Bizi Biz Yapan Hayallerimiz Vardı isimli kitabında ise hareketin düşünsel dayanaklarından ziyade nostaljik bir anlatı kuruyor, ülkücülüğü bir “gençlik hatırası” olarak ele alıyor.
Son olarak, Diyanet kökenli bir ailenin ilahiyat fakültesinde okuyan oğlu Lokman Abbasoğlu’nun hatıralarını önemsiyorum. Abbasoğlu 1971 darbesine ilahiyat fakültesinde Ülkü Ocağı başkanıyken yakalanıyor, Türkeş’in talimatıyla ülkücü hareketin özel eğitmen grubuna giriyor ve 80 darbesinden sonra idamla yargılanıyor. Sıradan ve Piyade: Büyük Ülkü Yolunda Bir Ömür isimli kitabında, Ankara’daki öğrencilik dönemine referans vererek dönemin ülkücü gençliğinin ne uğruna mücadele ettiğini hatırlatıyor.
Sessizce Ülkücülük Yapanlar
Hatıraların esas aktörleri, dönemin karizmatik ve güçlü öğrenci liderlerinden ziyade, “sessizce ülkücülük yapanlar”, kişisel menfaat ve itibar kaygısı gütmeden mücadeleye katılanlar. Özellikle Abbasoğlu’nun anlatısında, “sıradan bir ülkücü genç” olarak karşılaştığı zorluklar ve yaşadığı duygular, “adı bilinmeyen” ülkücü gençlerin gündelik yaşamlarına sinmiş “adanmışlık” dikkat çekiyor. Hatıralar arasında sıradan ülkücü gencin duygusal dünyasına, kurulan arkadaşlıklara, “şehitlerin” yarattığı travmalara, ideolojik aidiyet ile bireyselliği sürdürme arasındaki tansiyona, hatta harekete dair yaşanan hayal kırıklıklarına dair pek çok küçük ve sıradan hikayeyi yakalayabiliyorsunuz.
Taşradan büyük şehirlere üniversite okumaya gelmiş “Anadolu” gençlerinin ülkücü hareket içerisinde edindikleri ideolojik araçlar ile hayatlarını nasıl “daha anlamlı” şekillendirdiğini görebiliyorsunuz. Türkeş’in fikri liderliği, “şehitlerin” dokunaklı otoritesi ve sıradan Ülkücü gençlerin “adanmışlığı” hatıraları domine ediyor. Bu “adanmış” ülkücüler, günlük siyasetin dışında kalan gençler; ülkücülüğün “ekmeğini yemeyen” fakat sessizce “bedel” ödeyenler; cezaevinde hangi suçtan yattığını bilmeyenler; yıllarca cezaevi yolu gözleyenler; evinde risk alarak ülkücüleri saklayan köylüler; Türki Cumhuriyetlerde savaşın yaralarını sarmaya gitmiş “ülküdaşlar” olabiliyor. Kısacası, “sessizce ülkücülük yapanlar” hatıralarda karizmatik öğrenci liderlerinden daha çok anılıyor.
Yetişmek ve Yetiştirmek
Hatıralara hakim olan bir diğer unsur ise ülkücü hareket içerisinde ideolojik olarak “yetişmek” ve “yetiştirmek.” Yazarlar Türkeş’i siyasi bir liderden çok bir “düşünce insanı” olarak anıyor. Ülkücü hareket ise, neredeyse bir “eğitim” hareketi olarak sunuluyor. Yazarlar sık sık harekete girdikten sonra aldıkları eğitimlerden, nasıl “yetiştiklerinden” ve daha sonra yeni gelen kuşakları nasıl “yetiştirdiklerinden” bahsediyor.
Türkeş’in “özel eğitim” olarak tanımladığı oldukça kapsamlı ideolojik programın detaylarını Mesut Güneş’in kitabında görebiliyoruz. Doktrini doğrudan liderden öğrenmiş olmak ya da “doğrudan liderden öğrenmiş kişilerden” öğrenmek bir tür köklenme sağlıyor. Doktrini yeni kuşaklara aktarma sorumluluğu ise, özellikle yazılan önsözlerden anlaşılıyor ki, hâlâ güncelliğini koruyor. Genç ülkücüleri “eğitme” ve “yetiştirme” ihtiyacı üzerinde durulurken, yazarların hiçbiri hareket içerisinde sert bir kuşak çatışmasından söz etmiyor. Sol harekete kıyasla, ülkücü harekette kuşaklararası barışın çok daha yüksek olduğu ima ediliyor.
Ülküdaşlık: Kardeşlikten Öte Bir Bağ
Hatıralara hakim olan bir diğer anlatı ise kardeşlikten öte bir bağ olarak tanımlanan “ülküdaşlık.” Bu bağ, hem ideolojik ortaklıklara hem de gündelik hayattaki dayanışma pratiklerine dayanıyor. İdeolojik ortaklık üzerinden tanımlanan ülküdaşlık, ülkücüleri aynı bütünün parçası yapan büyük soruları, dolayısıyla büyük cevapları işaret ediyor.
Dayanışmaya dayanan ülküdaşlık ise sıradan ülkücülerin yoksulluk ve sokak çatışması deneyimleri üzerinden anlatılıyor. Anadolu’dan büyük şehirlere eğitim için gelmiş ülkücü gençlerin yaşadığı yoksulluğa sık sık vurgu yapan Köymen, “bir ekmeğin, battaniyenin, endişenin, ümidin ve ülkünün paylaşıldığı, ölümle hayat arasındaki ince çizgide hayatla ve ölümle cilveleşildiği” bir dönem tasvir ediyor. Ülkü Evleri, bu dönemde barınma sorunu yaşayan yoksul ülkücü gençlerin sığınağı oluyor. Ülküdaşların hem hareket için hem de birbirleri için fedakarlık yapmaya hazır olduğunu anlatan çeşitli “diğerkâmlık hikayeleri” anılarda ortaklaşıyor.
“Birbirimize sırtımızı yaslamıştık. Hepimiz aynı davanın neferleriydik. Zor zamanlarda birbirimize destek olur, düşenin elinden tutardık. Ülküdaşlık, bizim için kardeşlikten de öte bir bağdı.”
Korkusuz Olmak
Ülkücü gençliğin alametifarikası olarak bahsedilen ve oldukça maskülen anlatılar doğuran o güçlü duygu ise “korkusuzluk.” Korkusuzluğa ilişkin hatıralar büyük oranda “ölüm ile burun buruna gelme” deneyimlerinden oluşuyor. Bu hatıralar yalnızca ideolojik olarak değil bireysel olarak da “tehdit altında” olmanın gençleri nasıl “diri tuttuğunu” gözler önüne seriyor.
“Her gün yeni bir şehit haberi alırdık. Arkadaşlarımız birer birer düşerken, biz daha da bilenirdik. Korku nedir bilmezdik; çünkü biz bu davaya baş koymuştuk. Bu yolun kolay olmadığını biliyorduk.”
“Bazı günler, arkadaşlarımızın cenazelerini taşırken içimizde bir burukluk olurdu. ‘Bu kadar fedakârlık boşa mı gidecek?’ diye düşünürdük. Ama sonra, hayallerimizi hatırlayıp yeniden güç bulurduk.”
Ancak, fiziksel çatışmadan bahsederken korkusuzluk mitinden koparak daha gerçekçi duygulardan bahsedenler de var. Örneğin, Eroğlu fiziksel çatışmalar sonucunda yaralanan veya hayatını kaybeden arkadaşları olduğunu, bu nedenle çatışmadan korktuğunu ve bu korkuyu “ülküdaşları” ile birlikte yenmek için çaba gösterdiğini anlatıyor.
“Elbette korkularımız vardı. Ama bu korkular, inancımızın ve ülkümüzün yanında küçücük kalırdı. Her gün yeni bir mücadeleye atılırken, bu korkuları yenmek için birbirimize sarılırdık.”
Gençlere Seslenmenin Aracı Olarak Anılar
Hatıralar da bir nevi “ülkücü yetiştirme” misyonu taşıyor ve kuşaklararası çatışmalara olabildiğince değinmiyor. Ülkücü hareket büyük ölçüde yekpare, tutarlı, barışçıl ve iyi örgütlenmiş bir makine gibi tasvir ediliyor. Yaşlı ve tecrübeli kadroların altında yetişmeye gönüllü olan sessiz ama cansiperane ülkücü gençler ve onların da altında yer alan daha “junior” ülkücüler genellikle hareketin “emektarları” ile barış içerisinde anlatılıyor. Ayrıca, gençlere yapılan uyarılarda sık sık ülkücülüğün kolay bir “yol” olmadığı vurgulanıyor.
Örneğin, İzmir’deki İstikbal Yürüyüşü anlatılırken tüm zorluklara rağmen engellenemeyen, büyük bir azim ve kararlılıkla yürümeye devam eden, yürüyüş molalarında bir ekmeği bölüşen, ayakkabıları patlasa da geri dönmeyen, polisin şiddetine rağmen durdurulamayan “kızlı erkekli” bir kalabalıktan bahsediliyor. Ülkücülerin öğrenci evlerinde pişen ve günlerce yenen kuru fasulye üzerinden ülkücülüğün kolay bir yol olmadığı bir kez daha vurgulanıyor.
Tüm bu hikayelerde hitap edilen kitle, net bir şekilde bugünün genç ülkücüleri. Bu hikayeler, kendilerini Strauss ve Howe’un deyişiyle “Peygamber nesli” olarak gören “emektar” aktivistlerin yeni kuşaklara ülkücülüğün “tarihsel misyonunu” ve rotasını hatırlatma çabası. Hareketin emektarları, genç kuşağın ülkücülüğü parti rozeti tarak ocakta sosyalleşmekten ibaret görmesini eleştiriyor ve ülkücü hareketin yaprak dökmesinden hüzünle bahsediyor. AK Parti-MHP ittifakı ile ülkücü gençlerin rotasını hepten kaybedip kaybetmeyeceğini ise zaman gösterecek.
“Bir zamanlar ulusa hayatlarını emanet edenler yaşlanıyor ve ölüyorlar. Yeni yetişen genç yetişkinlere göre ulusun pek bir önemi yok. Bütün ‘res publica’ parçalanmanın eşiğinde. Her seferinde değişim, neredeyse hiç uyarı vermeden geliyor. Tarih mevsimsel ve kış yaklaşıyor. Uzun ve zor olabilir. Kısa ama sert olabilir. Her nasıl olursa olsun, yaprak dökümü kaçınılmaz.”[2]
[1] William Strauss and Neil Howe, The Fourth Turning, 1997
[2] A.g.e.