Twitter’da Amerika’da uyuşturucu kullanan gençlerin sokaklarda süründüğü bir video yayınlandı. Bu tweet’e dair bir alıntıda liberteryen bir hesap, “Özgürlük aynı zamanda hata yapma özgürlüğüdür, insanların hata yapma özgürlüklerini ellerinden alamayız.” şeklinde bir yorum yaptı. Twitter’da yükselen liberteryen/liberal dalganın da etkisiyle çok da etkileşim aldı. Biraz da bu dalganın yükselişine eleştirel bir soru işareti düşmek için bu yazıyı yazıyorum.
Kullanıcının yaptığı yorum ilk bakışta makul görünen bir açıklama sunuyor (pek çok açıdan makul zaten). Sahiden erginlik dediğimiz şey bir başkasının bize doğru yolu gösterme vesayetinden kurtulmaktır. Bu anlamda insanlar adına her alanda neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyleyen bir devlet iktidarının, kendi vatandaşlarının erginliğine mani olacağı ve onları hep çocukluğa mahkum edeceği aşikar. Ancak liberalizmin bu noktada içine düştüğü bir körlük var.
Bugünlerde ünlü Alman hukukçu Gunther Teubner’in “Toplumsal Anayasacılık ve Küreselleşme” kitabını okuyorum. Teubner, “anayasacılık küreselleşen dünyaya nasıl yanıt üretebilir” sorusuna cevap vermeye, liberal anayasacılığın eleştirisi ile başlıyor ve liberal anayasacılığın bilinçli olarak sivil toplumu anayasallaştırmaktan kaçındığına işaret ediyor.
Liberalizmin kamusal alan ve sivil alan ayrımının bir uzantısı olarak bu anayasacılık yaklaşımı, bireylerin kendisine karşı korunması gereken yegane erk olarak devleti görür ve temel hak ve hürriyetlerin ancak birey-devlet ilişkisi içerisinde anlamlı olduğunu kabul eder. Devletin olmadığı toplumsal alanda ise insanların özgür ve bağımsız bireyler olarak kendi iradelerini özgürce ortaya koyabileceğini savunur. Tam da bu nokta liberalizmin özgürleştirme misyonunun tarihsel süreç içerisinde değişen şartlara uyum sağlayamadığı yere denk geliyor.
Yazar, liberalizmin bu noktada takılı kalmasının nedenini Niklas Luhman’ın şu tespiti üzerinden açıklıyor: “Fransız devrimi, bir süredir sarsılmakta olan hiyerarşik toplumsal düzenin kırılgan öz anlayışını bir kenara itmişti. Ancak modern toplumun alternatif bir konsepti yoktu. Anayasal anlayışları siyasi sistemle sınırlıydı ve …bireyleri belirli bir yaşam tarzı için serbest bırakmaktan ibaretti.”
Liberalizm de bu doğrultuda kişilerin özgürleştirilmesini yalnızca siyasi iradenin, yani devlet gücünün sınırlandırılmasından ibaret bir şey olarak algılamış; kişilerin ergin olma imkanını tehdit edecek, “sivil alanda” ortaya çıkan düzenlerin ve güçlerin nasıl sınırlandırılacakları sorunu üzerine hiç düşünmemiş; politik alanda kişilerin özgürleşmesini sağlayacak değerler üretirken diğer sosyal düzenlerde ne gibi değerlerin üretilmesi ve bu düzenlerde ortaya çıkan güçlerin nasıl sınırlandırılması gerektiği üzerine kafa yormamıştır.
Çünkü liberalizmin toplum algısı, yukarıda belirtildiği gibi, yöneten asiller ve yönetilenler şeklindeki hiyerarşik iktidar mekanizmasının güncelleştirilmiş bir versiyonundan ibaretti ve yukarısı kontrol altına alınırsa sorunların çözüleceğini varsayıyordu.
Halbuki politik alan dışında, devletler kadar güçlü olmasa da, farklı güç merkezleri ve bu güç merkezlerinin yarattığı farklı sosyal düzenler, iktidar mekanizmaları vardı ve yenileri de ortaya çıkıyordu. Bu sosyal yapılar dinsel, kültürel ya da ekonomik yapılar olabilir. Liberalizm bu “sivil alanda” karar verici olan bireyleri özgür tercihler yapan kişiler olarak görse de gerçek bundan oldukça farklıdır.
Özellikle ekonomik alan özel kişilerin kendi aralarında yaptıkları sözleşmeler üzerinden yürüyen sivil bir alan olarak düşünülse de her sosyal düzen gibi ekonomik alan da kendi kurallarını, güç merkezlerini yaratmış ve kişileri bu düzene uymaya zorlamıştır.
Liberalizm ise politik alanda yaratmış olduğu, kişilerin iradelerini koruyan anayasal değerlerin ve iktidar sınırlandırma araçlarının benzerlerini ekonomik alan için yaratamamıştır. Ne kastediliyor bundan peki? “Mülkiyet hakkı, sözleşme özgürlüğü, anayasal sınırlar içerisinde korunan bir ekonomi hukuku zaten var” gibi itirazlar gelebilir. Burada asıl kastedilen daha yapısal, daha temel bir eksiklik.
Liberal anayasacılık bir bütün olarak politikaya bir misyon yükler. Bu misyonun temel amacı da politik erklere karşı kişilerin hak ve özgürlüklerinin maksimum anlamda korunması ve genişletilmesidir. Ancak ekonomik sistem bu tür bir varoluşsal amaçtan, bu amaca uygun hukuki düzenlemelerden ve politik değerlerden yoksun olduğu için ekonomi, kendi amaçlarını ve buna uygun kendi iktidar araçlarını yaratmıştır.
Liberalizmin politik alan dışındaki alanlarda ortaya çıkabilecek tehditlere karşı umursamaz bakışı, bu alanlarda ortaya çıkan amaç ve araçların politik alanda liberalizmin savunduğu değerleri dahi tahrip etmeye başladığını görememesine neden oluyor.
Ekonomik olanın politik olandan da (ve tabii ki demokratik olandan da) bağımsızlaştığı ve hatta artık politik olanın ekonomik olanın hakimiyetine girdiği bir sistemin içerisine girmiş bulunuyoruz. Üstelik bugün, bir zamanlar elinde silahı, askeri, polisi olduğu için asıl tehlike olarak görülen devlet iktidarlarından daha yıkılmaz görülen bir küresel ekonomik mekanizmayla karşı karşıyayız.
Buna rağmen liberaller hâlâ, politik alanda gördükleri eşitsiz güç ilişkisini, ekonomik alanda görmemekte ısrar ediyor. Bir hükümetin tüm medya araçlarını elinde bulundurarak halkı manipüle etmesinin özgürlük düşmanı bir tavır olduğunu ve böyle bir düzende insanların kararlarının “özgürce” verilmiş olarak görülemeyeceğinin farkında olan bir liberal; dar bir grubun çıkarları doğrultusunda şekillenen “ekonomi biliminin gerekliliklerinin” politikayı, medyayı, interneti ve hukuku belirleme gücünü elde etmesine ve tüm iletişim araçlarında sınırsız bir şekilde pompalanan bir dünya görüşünün insanları manipüle etmesine kör bakabiliyor.
Yazının giriş bölümünde bahsettiğim liberteryen de benzer bir akıl yürütme biçimine sahip. Metafizik, mutlak bir özgür iradeden, her türlü etkiden azade sınırsız bir karar verme iradesinden bahsetmiyorum. Ancak kişileri belirli yönde hareket etmeye zorlayan ve bize doğal görünen duvarların, engellerin zannedildiği kadar doğal olmadığına; tıpkı devlet gibi “sivil alanda” da insanların tek başlarına mücadele edemeyecekleri güç merkezleri olduğuna ve bu güçlerin çizdiği sınırlar içerisinde yapılan tercihlerin zannedildiği kadar özgür olmadığına işaret ediyorum.
Fotoğraf: Andrea De Santis