[voiserPlayer]
Son dönemde gıda arzı ve gıda güvenliği konuları hararetli bir şekilde tartışılıyor. Rusya ve Ukrayna gibi iki büyük tahıl üreticisinin savaşta olması ve bu savaşın uzaması; Odesa Limanı’nın savaş nedeniyle kapatılmasıyla yaşanan tedarik sorunları; iklim değişikliğinin yol açtığı kuraklık ve bu kuraklığın Kanada, ABD ve Hindistan gibi büyük tarım ülkelerinde üretim miktarını olumsuz etkilemesi gibi nedenlerle gıda fiyatları tüm dünyada artıyor. Bu artış ise özellikle gelir düzeyi düşük ülkelerde açlık boyutuna varan felaketlere neden oluyor. Bu koşullar altında ise önümüzdeki sonbahar ve kışın tüm dünyada nasıl geçeceği merak ediliyor.
Gıda krizi ve gıda güvenliği konularını ANAP döneminde birçok bakanlık görevinde bulunmuş ve ANAP’ın kurucularından olan deneyimli siyasetçi Hüsnü Doğan ile konuştuk. Hüsnü Doğan, Özal hükümetleri sırasında 1983-1989 yıllarında Tarım ve Orman Bakanı olarak görev yapmış ve bakanlığı sırasında birçok ilke imza atmıştı. Hüsnü Doğan ayrıca günümüz Türkiye’sine dair görüşlerini de Daktilo1984 okurları ile paylaştı.
Buğday ihracatı konusunda küresel bir tedarikçi olan Ukrayna’nın, Rus işgaline uğraması sonrası uzmanlar tarımsal üretimlerinde düşüş yaşanabileceğini değerlendiriyor. Örnek olarak, Fransız veri analizi firması Kayrros Ukrayna’da bu yıl buğday üretiminin yüzde 35 oranında düşeceği tahmininde bulundu. Aynı zamanda, Rus ordusu buğday ihracatı için stratejik önem taşıyan Odessa Limanı’nı bloke etti. Yaşanan son gelişmeler çerçevesinde Ukrayna’daki tarımsal üretim düşüşü kaynaklı Türkiye’de veya dünyada gıda arz güvenliği riski yaşanabileceğini düşünüyor musunuz?
Yapılan hesaplamalarda geçen yıla göre dünyada toplam buğday üretimi %0.6 azalacak görünüyor, yani %1 bile değil.
Ukrayna’da tarımsal üretimin azalmasının Türkiye veya dünya gıda arz güvenliği riskini değerlendirirken resmin bütününe bakmak lazım. 2022 yılında dünyada buğday üretiminin 775 milyon ton civarında olacağı tahmin edilmektedir. Tahmin edilen rakamlar geçen seneye göre sadece 4 – 5 milyon aşağıdadır. Dünyada bu yıl buğday üretimi geçen yıla göre %0.6 azalacak görünüyor. Yani %1 bile değil. Diğer taraftan Çin’in buğday ve diğer gıda maddelerini stokladığı, Hindistan’ın da buğday ihracatını yasakladığı açıklandı. Bu tür politikalar fiyatlar konusunda bazı sıkıntılara yol açabilir. Öte yandan buğday üretiminin tahmini rakamlarını analiz ettiğimizde, bahsedildiği gibi çok büyük bir kriz olma ihtimali kuvvetli değildir. Olmaz demiyorum, kuvvetli değildir. Medyada çıkan haberlerin büyük bölümü spekülatif amaçlıdır. Özellikle buğday fiyatlarını yükseltip daha fazla kâr etmeye yönelik bir çaba olarak değerlendiriyorum.
Rusya – Ukrayna savaşı sonrası Çin’in buğday ve diğer gıda maddelerini stokladığından, Hindistan’ın da kendi tarım sektöründe buğday ihracatını yasakladığından bahsettiniz. Bu tür iktisadi il-liberal korumacı politikaların bölgesel ve küresel düzeyde tarım ekonomisi üzerindeki etkileri nelerdir?
Yapılacak fiyat spekülasyonunun zemini çok güzeldi hazırlandı. En son bu kervana The Economist dergisi de katıldı. Dünyanın en fazla nüfusuna sahip bu ülkeler ağırlıklı olarak pirinç tüketicisidir. Buğday bu ülkelerde dünya geneline göre daha az tüketilen bir üründür. Ayrıca Çin bu politikasını sadece buğdayda değil, tüm hammaddelerde veya metallerde de uygulamaktadır. Bu nedenle, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin aldıkları kararları tedbirde aşırı gitmek şeklinde görüyorum.
Tarım ürünleri ve gıda maddeleri fiyatlarının artışında tarımsal üretim sürecinde kullanılan girdiler ve döviz kurlarındaki artışlar üretim maliyetini arttırıyor. Benzer şekilde nakliyede petrol tarafındaki artışlar da ürünlerin satış fiyatlarını doğrudan yukarıya çekiyor. Yaşanan yüksek enflasyonla Türkiye’nin önümüzdeki süreçte kısa vadede belirli ürünlerde talep kaynaklı bir gıda krizi yaşayabileceğini düşünüyor musunuz?
Zaman zaman sıkıntılar yaşanabilir fakat uzun vadeli sıkıntıların olabileceğini düşünmüyorum. Belirli ürünlerde fiyat artışları olacaktır. Vatandaşın şikâyeti ise ürünün bulunup bulunmamasından çok fiyat artışlarından dolayı karşılaşılacak sıkıntılardır. Alt gelir gruplarının çekeceği sıkıntıları da çok önemli görüyorum. Ümit edelim ki Ukrayna krizi büyümesin ve büyük güçler arasında bir çatışmaya sebep olmasın.
Tarım ve hayvancılık politikaları gündeme geldiğinde tarımsal ithalat verileri gösterilerek sizin döneminizdeki icraatlara eleştiriler yöneltiliyor. ANAP zamanı Tarım Bakanlığınız döneminde, Türkiye’nin ekonomi paradigmasını serbest ticaret yanlısı reformlarla şekillendirmiş bir karar verici olarak yerli üretim ve ithal ürün tedariki arasındaki dengeleri nasıl açıklıyorsunuz?
Geçmişte slogan haline gelen Türkiye tarımda dünyada kendine yeterli yedi ülkeden biridir söylemi inanmadığım bir ifadedir. Toplumu belirli ürünlerinden mahrum bırakırsanız, kendi kendinize yetersiniz.
Geçmişte slogan haline gelen “Türkiye tarımda dünyada kendi kendine yeten yedi ülkeden biridir” söylemi inanmadığım bir ifadedir. Toplumu belirli ürünlerinden mahrum bırakırsanız, kendi kendinize yetersiniz. Kahve içmezsiniz, kakaoyu kullanmazsınız veya tropik meyveleri yemezsiniz. Yani bu dünyadaki yetişen bazı nimetlerden vatandaşlarınızı istifade ettirmezseniz, kendi kendinize yetersiniz.
Hükümetler tüketiciyi de korumak zorundadır. ANAP döneminde yapılan tarım ürünleri ithalatını terbiyevi ithalat olarak tanımlamıştık. Merdiven adlı kitabımda da bu konuya yer verdim. Türkiye’de 1980’lerde muz üretimimiz yıllık 35 bin tondu. Üretim az olduğundan muz fiyatları çok yüksekti. O dönemlerde muzu Türkiye’de sadece hali vakti yerinde olanlar yiyebilirdi. O zaman şöyle bir mukayese yapmıştım. Almanya’da muzun fiyatı elmanın fiyatının yarısıydı, Türkiye’de elmanın fiyatının 2.5 buçuk katıydı. Yani Almanya bize göre muzu bizim beşte birine, biz ise Almanların 5 katı fiyatına yiyorduk. 1986 yılında muz ithalatına % 150 civarında gümrük getirerek izin verdik. Bu karar günümüze kadar 36 yıldan beri uygulanmaya devam etti. Hiçbir iktidar uygulamayı değiştirmedi. Uygulamayı değiştirmediler ama konuyu istismar ettiler, her türlü polemiği yaptılar.
1999’dan itibaren Türkiye’de muz üretiminde dikkate değer bir gelişme oldu. Yüksek seralarda da muz üretimi başladı. Günümüzde Türkiye’de üretilen muzun üçte ikisinden fazlası yüksek seralarda üretilmektedir ve açık alana kıyasla verimi çok yüksektir. Türkiye’nin muz üretimi 800-900 bin ton seviyesine çıktı. Az da olsa halâ ithalat yapılıyor ama ihracat da yapılmaktadır. 1980’lerde sadece zenginlerin yediği muzun tüketimi, bugün bir milyona tona yakındır. Muzu örnek verdim, çünkü dönemimizdeki politikaların sonuçlarını net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Tarımda ithalat ve ihracat konularını tartışırken size dünyadan iki örnek vermek isterim. Tarım ürünlerinde ihracatta en ileri iki ülke ABD ve Hollanda’yı ele alalım. Her iki ülkenin de ihracatları, ithalatlarından fazladır. Hollanda’nın 130 milyar Euro’luk ihracatı yanında 100 milyar Euro’luk da ithalatı bulunmaktadır. Hollanda, Rotterdam ve diğer limanlarını kullanarak re-export da yapmaktadır. ABD de benzer bir dengede tarım politikasını şekillendirmektedir. Yani ülkeler rasyonel olarak kendi ihtiyaçları doğrultusunda tarım politikalarını dizayn etmektedirler. Bu nedenle, tüm ürünlerde ithalatı normal karşılarken, tarım ürünlerinde buna karşı çıkılması makul bir yaklaşım değildir.
Devlet Su İşleri’nin verilerine göre mevcut su potansiyeli ile sulanabilecek arazi miktarı 8,5 milyon hektar olarak hesaplanmıştır. Bu tartışmalar yapılırken biz bazı çevrelerin Türkiye’yi, Hollanda veya İsrail gibi en yüksek verimin alınabileceği şekilde entansif tarımın yapıldığı ülkelerle karşılaştırdığını görüyoruz. Sizce böyle bir karşılaştırma sulanan arazi miktarı, iklim ve coğrafi şartlar itibarıyla ne kadar rasyoneldir?
Türkiye miras hukukunun tarıma olumsuz etkisini azaltacak önlemleri alamadı. Bunun sonucu olarak araziler sürekli parçalandı ve tarımsal işletmeler küçüldü, işletmelerin ekonomik verimliliği giderek azaldı, bazı tarım arazileri kullanılmaz hale geldi.
Türkiye ile Hollanda karşılaştırılırken Hollanda’nın yüzölçümü bakımından sadece Konya kadar olduğu belirtilince insanlar hem hayret hem gıpta ederler. Şunu hatırlatmam lazım. Hollanda modern tarım tekniklerini dünyada en ileri seviyede kullanan ülkelerden biridir. İkincisi Hollanda’daki tarım işletmeleri ortalama olarak 500-600 dönüm arasındadır. Üçüncü önemli fark ise Avrupa Birliği üyesi olması nedeniyle dış ticaret bakımından çok rahat hareket edebilmesidir. Bunlara ilâveten Hollanda’nın yıllık ortalama yağışı Türkiye’den epey fazladır.
Türkiye’de ise ortalama tarımsal işletme büyüklüğü 70 dönüm civarındadır ve işletmelerin bir kısmı tek parça halinde değildir. Türkiye miras hukukunun tarıma olumsuz etkisini azaltacak önlemleri alamadı. Bunun sonucu olarak araziler sürekli parçalandı ve tarımsal işletmeler küçüldü, işletmelerin ekonomik verimliliği giderek azaldı, bazı tarım arazileri de kullanılmaz hale geldi.
Ak Parti ilk yıllarda bu durumu değiştirmek için bazı hamleler yaptı ama çok yavaş gittiler ve kayda değer bir başarı sağlanamadı. İktidara geldiklerinde 20 yıl önce başlasalardı ve kararlı uygulama yapsalardı bugün durum farklı olurdu. Bugün başlansa ancak 25-30 yılda iyi bir noktaya varabiliriz.
DSİ’nin 8 buçuk milyon su potansiyeli rakamının iklim değişikliklerinden etkilenerek gelecek yıllarda azalabileceği değerlendirilmektedir. İklim değişikliklerinin ve iktisadi gelişmelerden, tarım sektörünü daha az etkilemesi için Türkiye’nin tarım politikasında hangi hamleleri yapmalıdır?
Tarımda hem çiftçiyi hem de üretimi rahatlatmanın yolu iki ana faktörden geçmektedir. Birinci önceliğimiz, işletmelerin tedricen büyütülmesi olmalı. Bugünkü ortalama 70 dönüm işletme büyüklüğünü, bölgelere göre 250-300 dönümün üzerine çıkartmamız zorunlu hale geldi. İkincisi, modern teknolojilerin çiftçi tarafından uygulanabilmesi için çiftçiye gerekli bilginin ve ekonomik yardımın sağlanması gereklidir. İklim değişikliği dünyada herkesi suyu en ekonomik şekilde kullanmaya zorluyor. Bütün sulama sistemimizi basınçlı sisteme çevirmeye mecburuz (damla sulama, toprakaltı sulama, fıskiye).
Hayvancılıkta genel olarak maliyetin %70’ini yem teşkil eder. Et ve süt hayvancılığında çiftçi yemin büyük kısmını kendi üretmediği takdirde çiftçinin kârlılığı yakalaması zordur. Yemin çoğu dışarıdan alındığında taşıma suyla değirmen dönmez, çiftçi sıkıntıya girer. Hükümetlerin hayvancılıkla uğraşanlara yem üretimi ve temini konusunda özel destek vermesi gerekiyor.
Küresel ısınma ve iklim değişiklikleri verimlilik temelli politikaları zorunlu kılacak. Tarım ve hayvancılık sektöründe de birçok ülke dijitalleşme ve teknoloji yatırımlarını tarımsal üretimde kullanmaya başladılar. Eğer ülkemizin tarım politikası teknolojiyi adapte etmekte gecikirse, tarım sektörümüz iklim değişikliklerinden nasıl etkilenecek?
Türkiye’de genetiği değiştirilmiş organizmalar tartışmalı bir konudur. Maalesef GDO’lu ürünlere ilişkin eleştiriler popülisttir, duygusaldır, yani rasyonel değildir.
Türkiye’nin teknolojinin gerisinde kalma gibi bir lüksü yok. Dünyada tarımda hassas tarım tekniklerinin uygulaması başladı. Hem verimin arttırılması, hem de sulama, gübre, ilâç kullanımını optimize ederek masrafların azaltılması amacıyla yapılan tarımda dijital teknoloji uygulamaları başarılı sonuçlar veriyor. Bu tekniklerin kullanımının ülkemizde özellikle sulanabilen arazilerimizde giderek arttırılması gerekiyor. Vakit geçirmeden bazı pilot uygulamalar başlatmak lazım.
Türkiye’de genetiği değiştirilmiş organizmalar tartışmalı bir konudur. Maalesef, GDO’lu ürünlere ilişkin eleştiriler popülisttir, duygusaldır, yani rasyonel değildir. ABD’de 340 milyon insan yaşıyor, mısır, soya ve pamuk üretiminde %90’dan fazla GDO’lu tohum kullanılıyor. Birkaç yıl önce dünyanın en büyük GDO tohum şirketi ABD’li Monsanto’yu Alman Bayer şirketi 66 milyar dolara satın aldı ve Bayer kendi tarımsal ilâç bölümünü kapattı. Çünkü GDO’lu tohumlar tarımsal ilâç ihtiyacını ortadan kaldırıyor.
Modern tarım teknolojilerini yakından takip etmenin zorunlu olduğunu, bunların kısa zamanda ülkemizde uygulanabilmesi için gerekli çabanın gösterilmesini, kamu ve özel araştırma-geliştirme kuruluşlarının teşvik edilmesine öncelik vermemiz gerektiğini belirtmek istiyorum.
ANAP döneminde Türkiye’de piyasa ve regülasyonlar düzeyinde birçok reformlar gerçekleştirildi. İklim değişikliği de birbiriyle ilintili birçok problemin odağında kalarak bugün ve gelecekteki alınan her kararı bağlayıcı kılmakta. Mevcut hükümetin siyaset yapma biçimini değerlendirdiğinizde Türkiye’nin iklim değişikliklerine ilişkin piyasa ve regülasyonlar düzeyinde gerekli değişikliklerini hayata geçirebileceğini düşünüyor musunuz?
Türkiye’yi kendi haline bırakırsanız günlük meselelerin baskısından politikacılar iklim değişikleri konularına itibar etmeyebilirler. Ancak dünyadaki şartlar küresel düzeyde iklim değişikliğinden kaynaklı reformları ana gündemde tutmaktadır. ABD, AB ve dünyada oluşan şartlar, Türkiye’yi iklim değişikliği konusunda gerekli reformları yapmaya mecbur edecektir. Artık bu değişimin dışında kalmamız mümkün değil. Herkes gibi biz de bu dünyada yaşıyoruz. Bir yerden başlayarak iklim değişikliği tedbirlerini almaya mecburuz. Hükümetler sadece lafla değil, gerekli önlemleri ve uygulamaları fiiliyata da geçirmek için çaba göstermek, kaynak ayırmak zorundadır. Şunu teslim etmemiz lazım ki bu hükümet döneminde yenilenebilir enerjilere önem verildi. Türkiye’de kullanılan elektriğin %16’sı yenilenebilir kaynaklardan sağlanıyor. Yenilebilir enerjilere yapılan yatırımlar artarak devam ediyor.
Açıklanan son resmi rakamlara göre Çiftçi Kayıt Sistemi’ne (ÇKS) kayıtlı çiftçi sayısının 2017’de 2 milyon 100 bin olduğu belirtiliyor. Geçmişten günümüze Türkiye’de tarımla geçinenlerde bir düşüş gözlemleniyor. Türkiye’de tarım sektörüne ilgi mi azalıyor yoksa teknolojik gelişim kaynaklı işgücü ihtiyacı mı azalıyor?
Türkiye’de tarımla geçinenlerde düşüş yaşanması tamamen mecburiyetten kaynaklanmaktadır. İlkokulu köyde bitirdim, bizim köyde araziler çok küçüktü. En zenginin 30 dönüm arazisi vardı. Bizim de 7-8 dönüm yerimiz vardı. O zaman insanların ihtiyacı daha azdı ve insanların dünyada olan bitenden pek az haberleri vardı. Çok yönlü teknolojik gelişmelerin yanında iletişimde de dünyada büyük sıçramalar oldu. Beyaz eşyalar, radyo, televizyon, telefon, internet, bilgisayar herkesin hizmetine sunulur hale geldi. İnsan ve kargo taşımasındaki ilerlemeler dünyayı küçülttü ve her şey her yerde bulunur oldu. Bütün bunlar kişinin ve ailenin toplam ihtiyaçlarını geçmişe göre hayli yukarılara çekti. 60-70 sene önce birçok çiftçinin evinde sandalyesi dahi yoktu. Bugün ne oldu? Her tarafa elektrik gitti. Elektrik bir medeniyet paketidir. Elektrik olan yere her şey gelir. Televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi, telefon, internet, vs. Bunlar zorunlu ihtiyaç haline geldi ama çiftçi medeni hayatın gerekliliklerini nasıl karşılayacak? Günümüzdeki artan ihtiyaçların küçük tarım arazilerinden elde edilecek gelir ile karşılanması mümkün değil. Bu tablo sadece bize mahsus değil, bütün ülkelerde böyle oldu. Bütün dünyada çiftçilerin sayısı düşüşte.
Hükümetin tarımı ve çiftçiyi destekleme politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hükümetin tarımı ve çiftçiyi destekleme politikaları uzun vadeli değil. Politikaların bir kısmı günün şartlarına göre kısa vadeli de olabilir. Buna itiraz edemem ama tarımda tartıştığımız genel hedeflere ulaşılması uzun vadeli politikaların ciddiyetle uygulanmasından geçmektedir. Bir hükümetin başlattığı reformları, sonraki hükümetlerin devam ettirmesi gerekiyor. Aksi halde perişanlığımız sürer ve bir türlü ipin ucunu yakalamayız.
Biraz konu dışına çıkmış olacağız fakat konuştuğumuz sorunlar da dahil birçok sorunun temelinde olan bir problemi de sizin gibi siyaset, bürokrasi ve özel sektör tecrübesi olan birine sormak isterim. Tarım, Devlet, Enerji ve Milli Savunma Bakanlıklarında bulunmuş tecrübeli bir politika yapıcı olarak kendi döneminizle günümüzü karşılaştırdığınızda bürokrasinin kurumsallaşma düzeyini ne seviyede buluyorsunuz?
Hiçbir bürokratı, bir kurumun başına bostan korkuluğu diye atamadım.
Yönetimde sistemin verimliliği çeşitli faktörlerle birlikte tepeden tabana yetki ve sorumluluğun dengeli dağılımıyla, bir bakıma toplam inisiyatifin miktarıyla ölçülür. Yetki ve sorumluluk çok büyük oranda tepede muhafaza edildiği takdirde, alt kademelerin inisiyatif almaları mümkün olmaz, sadece tepenin emir ve isteklerini yerine getiren kişiler haline gelirler. Esneklik ortadan kalkar, çözüm üretilemediği gibi sorunlar dağ gibi yığılıp kalır. İnsanların gelişmesini engeller, kabiliyetlerini kullanmasına imkân vermez ve onları köreltirsiniz. Unvan ve makamı Başkan, Başbakan, bakan, patron, CEO, genel müdür ne olursa olsun, yetki ve sorumluluk piramidi aşağıya doğru ne kadar dengeli dağıtılırsa kuruluşların ve insanların başarı şansı da o kadar artar. Yetki kullanma ve sorumluluk kabiliyeti gelişir, hem çalışma şevki hem de düşünen ve üreten sayısı artar. Böylece sorunları ve çözümleri kademeli olarak paylaşan, toplam inisiyatifi artıran ve sonuçta verimliliği ve toplam faydayı yükselten bir yönetim tarzına sahip olursunuz.
Özal dönemi bürokrasinin kurumsallaşması bakımından çok farklıydı. Size doğrudan kendi tecrübelerimi aktarayım. Turgut Özal konulara hakim biriydi. Buna rağmen bana bir gün “Hüsnü şunu şöyle yap” dediğini pek hatırlamıyorum. Biz tüm konuları beraber tartışır, sürekli istişare ederdik. ANAP’ın parti programını ben yazdım, ancak Özal’ın büyük katkısı vardı. Diğer yandan bakan olarak yönetimde sadece ben etkili değildim, benim bürokratlarım da çok etkiliydi. Hiçbir bürokratı, bir kurumun başına bostan korkuluğu diye atamadım. Müsteşar, Müsteşar Yardımcısı, Genel Müdür kendi kurumlarında yetkili kişilerdi. Bu tabiatıyla her şeyi istedikleri gibi yapacakları demek değildir. Müdahale etmem gereken yerde ediyordum. Bugünkü yönetimde bakanların ve bürokratların yetkileri zayıf ve inisiyatif almalarına pek imkân vermiyor.
Gıda krizinden, tarım politikalarına ve bürokrasinin kurumsallaşmasına birçok konuyu konuştuk. Son olarak ANAP’ı ve Türkiye’yi en üst düzeylerde yönetmiş bir kişi olarak yorumunuzu sormak isterim. Türkiye’nin genel durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dönemin Almanya Başbakanı Helmuth Kohl “asrın başında Avrupa’nın hasta adamı olan Türkiye’nin asrın sonunda güçlü bir devlet olacağını” söylüyordu.
Türkiye bugün sıkıntılar içerisinde olan bir ülkedir. Fakat, unutmamak lazım ki hiçbir şey çözümsüz değildir. Böyle zamanlarda önemli olan bir yerden başlamak ve ülkenin sorunlarının çözümü için gerekli politikaları sabırla ve ısrarla uygulamaktır. Özellikle popülizmden ve ideolojik yaklaşımlardan uzak durmamız lazımdır. Aksi taktirde daha çok vakit kaybederiz.
Sohbetimizi şu sözlerle tamamlamak istiyorum: 1980’li yıllarda Turgut Özal döneminde yapılanlar bu ülkede çok şeyi değiştirmiş, milletimiz uzun süredir devam eden makûs talihinin değişmeye, daha iyiye gitmenin ve hatta Türkiye’nin 10-15 yıl gibi kısa sayılabilecek bir zamanda dünyanın sayılı devletleri arasında yer almasının pekâlâ mümkün olduğuna inanmaya başlamıştı. Bunu gören sadece biz değildik. 1990 başlarında Batı dünyasının önemli yayın organları Türkiye’yi “bölgesinin yıldızı, lider ülke, önder ülke” olarak görüyorlardı. Dönemin Almanya Başbakanı Helmuth Kohl “asrın başında Avrupa’nın hasta adamı olan Türkiye’nin asrın sonunda güçlü bir devlet olacağını” söylüyordu. Ülkemiz, yıldızının parladığı anı yakalamıştı, itibarı yüksekti. Türkiye IMF’yi unutmuş, aksine IMF ekonomik sıkıntı içerisinde olan ülkelere Türkiye’yi örnek veriyor, Türkiye bu ülkelere yol gösteriyordu. Ben buna devlet bakanlığı yaptığım sırada Romanya’ya yaptığım resmi ziyarette bizzat şahit olmuştum.