[voiserPlayer]
Bazı cümleler vardır, içlerine kitaplar sığar. Kapağını açtığımız kitaplardaki kimi alıntılar böylesine cümlelerdendir. 1953 yılında Amerikalıların ve İngilizlerin işbirliği ile İran’ın Başbakanı Musaddık’a karşı düzenlenen darbenin “bilinmeyen tarihinin” konu edildiği Stephen Kinzer’ın Şah’ın Bütün Adamları kitabına ABD Başkanı Harry Truman’ın sözünden daha çok yakışabilecek başka bir alıntı yoktur: “Dünyada bilinmeyen tarihin haricinde yeni hiçbir şey yoktur”… Benzer şekilde Karl Marx’ın 1852’de küçük çiftçiler için söylediği bir sözün, Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabının ilk sayfalarında bizi karşılaması, ufacık cümlelerin sadece zaman değil, konu sınırlarını da aştığını gösterir bize: “Onlar kendilerini temsil edemezler, temsil edilmeleri gerekir”… Aynı, Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık kitabının ilk sayfasındaki, 1850 yılından çıkıp gelmiş olan William Wendsworth’un dizeleri gibi: “Kafamda bir tuhaflık vardı, / İçimde de ne o zamana / Ne de o mekana aitmişim duygusu”…
Ancak bazı alıntılar vardır ki, kitabın içinde yazılanlarla kavga halindedir. Golam-Rıza Efkhemi’nin İran’ın devrik Şah’ı Muhammed Rıza Pehlevi’nin hayatını kaleme aldığı biyografisinde kullandığı etkileyici Mevlana alıntısı gibi: “Onlar beni oldukları gibi biliyorlardı, / Olduğum gibi değil”. Mevlana’nın “bilmenin” sınırlarını çizdiği bu sözünün aksine, yazarın bir başka kişiyi “olduğu gibi” aktarma iddiası ile yazdığı bu biyografi “bilmenin” ne olduğu konusunda bizi düşünmeye iter. Zihni bir eylem olarak bilmenin içinde farkındalık vardır. Bu farkındalık sadece ötekisi ile de sınırlı değildir. Kendimizi ötekini bildiğimizden daha iyi biliriz ve bu farkındalık sayesinde bildiğimizi de biliriz. Peki, bu bildiğimiz şey nedir ya da neyin farkındayızdır?
Bildiğimiz şey, her saniye çevreden bize gelen sayısız mesaj ve uyaranla uğraşmamız gerektiğidir. Herbert Simon’ın “sınırlı rasyonelliğinin” içinde karmaşıklıkları basitleştirip düzenlemek isteriz. Bu sebeple günlük yaşantımızın her anında kategorilerden faydalanırız. Sürprizle karşılaşmamak için de bu kategorileri belli davranış çıktıları ile eşleştiririz. Örneğin doktora gittiğimizde doktorun bizi muayene etmesi, rahatsızlığımızı dinlemesi ve bunlara uygun bir şekilde ilaç önermesi, beklentisi içinde olduğumuz davranış çıktılarıdır. Ancak gittiğimiz doktorun sarhoş olması beklentimiz, kategorimiz ve çevremiz açısından içimizde tamamen bir tutarsızlık yaratır. İşte tüm bu zihni süreçler bilişsel psikolojinin konularıdır. Bilişsel psikolojiden sadece günlük hayatımızda değil, uluslararası ilişkilerde de faydalanırız. Bu yazıda da bilişsel psikolojiden beslenerek doğmuş olan imaj teorisinin ne olduğu ve ABD’nin dış politika söyleminde sıklıkla kullandığı “Haydut Devletler” kategorisinin teorik açıdan neyi ifade ettiği incelenecektir.
Zihinsel Resimlerimiz İmajlar ve İmaj Teorisi
Davranışın doğrudan etki ve tepki üzerinden gözlemlenebilir olduğunu iddia eden davranışçılığın aksine, bilişsel psikoloji etki ve tepki arasındaki devasa boşluğu dolduran zihni süreçlerimiz olduğunu söyler. Bilişin kendisi de bilginin oluşturulmasında, düzenlenmesinde ve kullanılmasındaki tüm bu psikolojik süreçleri ifade eder. Buradaki önemli detay İngilizcedeki information ve knowledge kelimelerinde olduğu gibi malumat ve bilginin birbirlerinden farklı şeyler olmasıdır. İnsanların, etrafında gelişen olayları anlayabilmeleri, beklentilerini de oluşturabilmeleri için öncelikli olarak kendi çevresini ve özellikle bu çevrede yer alan insanları anlayabilmesi gerekmektedir. Bunun öncelikli şartı çevreden gelen malumatı işleyebilmek ve yorumlayabilmektir. Bu malumatı işleme süreci ile de birey sosyalleşir, tecrübe kazanır ve bu süreçler sonucunda da zihni inşalar olan öznel bilgilerimizi üretir. Mekân ve zamana göre çok fazla farklılık gösteren “doğruların” ve “yanlışların” dünyasında kendi öznel bilgimize göre hareket ederiz. Öznel bilgi olarak adlandırılan şey nesnel bir gerçeklik ya da doğruluk değildir. Fakat doğru olduğuna inanılan tüm şeylerdir. İmajlar da bu inanılan şeylerden oluşan ve davranışımızı şekillendiren öznel bilginin kendisidir.
İmajlar sabit değildir ve hatta sürekli bir şekilde yeni yorumlamalara tabidir. Çevreden gelen mesajların hepsi bir malumat içerir. Mesajın anlamı imajda yarattığı değişimdir. Bu değişim sadece imajın değişeceği anlamına gelmemektedir. Var olan imaj gelen mesajla değişebilir, güçlenebilir ya da zayıflayabilir. Çevreden gelen mesajlar imaja çarptığında dört farklı etki meydana getirebilir. Birinci durumda, mesaj imaja çarptığı an hiçbir etki yaratmayabilir. Mesajların çoğu bu şekildedir ve biz bu tür mesajları göz ardı eder, umursamayız. Yoğun bir şekilde çalışırken dışardan gelen trafik sesleri gibi. İkinci durumda ise mesaj imaja çarpar ve imaj bir düzen içinde akışına göre değişebilir. Zil sesini duyduktan sonra teneffüse çıkan öğrenciler gibi. Üçüncü durumda mesajlar imajlara çarptığında, imajlar devrimsel bir şekilde değişebilir. Burada mesajın çarptığı nokta imajların dayanak noktası olan çekirdekleridir. Bu tarz radikal bir dönüşümün örneğini din değiştiren kişilerde görmemiz mümkündür. Dördüncü durumda ise imajlara çarpan mesajlar imajları belirsizlikten netliğe ve diğer taraftan netlikten belirsizliğe sürükleyebilir. Daha fazla şüphe doğurup, imajları daha fazla belirsiz hale getirebilir. Bireyler bu dört durumda da dışardan gelen malumatları işleme, yorumlama ve depolama konusunda çok iyi olduklarını düşünürler, ancak unutulmamalıdır ki insanlar malumatı işleme konusunda mükemmel değillerdir.[1]
Eleanor Rosch’a göre bu kategorilerin yani imajların oluşumunda iki önemli ilke vardır. İlkine göre, bilişsel sistemimizin çalışma tarzına da paralel olarak, kategoriler mümkün olabildiği kadar az zihinsel gayretle, çevre hakkında olabildiğince çok malumatı sağlamalıdır. Çünkü kategoriler sadece dışardan gelen uyarıcılar arasındaki farklılıkları belirleyip, çevrenin tahmin edilebilir hale gelmesini sağlamaz. Aynı zamanda bu farklılıkların bilişsel anlamda işlenip, kategoriler üzerinden davranış olarak kendisini göstermesine imkân tanır. İkinci ilke ise kategorilerin yapısı ile ilgilidir. Kategoriler bireyin fiziksel ve sosyal gerçekliği ile uyumlu olmak zorundadır. Kişilerin bulundukları coğrafya, tecrübe ettikleri siyasi düzen ve yaşadıkları toplumsal gerçeklikler hangi kategorilere ihtiyaç duyduğumuzu belirler. Söz gelimi demokratik bir sistem içinde yaşayan birisinin yaşantısını düzenlemek amacıyla kullandığı kategoriler, diktatörlük düzeninde yaşayan bir insanın kategorilerine göre farklılık gösterecektir.[2]
Uluslararası İlişkiler disiplini içinde de bu kategorilerden faydalanırız. Mesela neorealizm perspektifinden savaş kategorisini düşündüğümüz zaman 2. Dünya Savaşı, Vietnam Savaşı’na kıyasla daha “tipik” bir savaş olarak kabul edilir. Bu değerlendirmeyi savaşı tecrübe eden Vietnamlı birisi yapsa, tamamen farklı bir yorum alabilmemiz mümkünken, hâkim Soğuk Savaş değerlendirmeleri kapsamında özellikle Kore Savaşı, Hindiçin Savaşı ve Vietnam Savaşı gibi “vekâlet savaşları” “gerçek” bir savaş olarak kabul görmemektedir. Hatta daha da ileriye gidersek bu savaşların gerçekleştiği Soğuk Savaş dönemi John Lewis Gaddis tarafından “uzun barış” dönemi olarak adlandırılmıştır.[3] Dolayısıyla kategorilerin belirlenmesinde sadece isimlendirmeler değil, onlara dair yüklenen bireyler arası paylaşılan anlamların da etkisi çok büyüktür. Bazen bir savaşın “savaş” olabilmesi için kaç kişinin yaşamını yitirdiği değil, kimler arasında yapıldığı ve bunun nasıl yorumlandığı önemli olabilir. Bu sebeple 2. Dünya Savaşı üzerine yapılan çalışmalar Uluslararası İlişkiler’de savaş ve hatta barış çalışmalarına katkı sunarken, Vietnam Savaşı ayaklanmalar ve ayaklanmaları bastırma literatürüne katkı sunmuştur.
Burada imajları tespit etmemize imkân tanıyan detay, imajların bireyler arası paylaşılabilir hale gelmesini sağlayan genelleştirmelerdir. Bu genelleştirmelerden hayatımızın her anında faydalanırız. Örneğin günün herhangi bir vakti karşılaşabileceğimiz “ne yaptın bugün?” sorusuna karşılık “uyandım”, “kahvaltı ettim”, “okula gittim” gibi kullandığımız genelleştirmeler vardır. Ancak bu basit soruya “uyanıp üstümdeki örtüyü kaldırdım”, “yemek yerken su içtim”, “okula gitmeden önce ayakkabılarımı bağladım” gibi çok daha detaylı genelleştirmelerle cevap vermeyiz. Bunun sebebi her zaman kararlarımızı verirken temel bir genelleştirme seviyesi kullanmamızdır. Uluslararası ilişkilerde kullanılan imaj teorisi de aynen bu şekilde karar vericiler için tespit edilmiş bazı temel seviye genelleştirmeler üzerine geliştirilmiş bir teoridir. Karar vericilerin malumatı nasıl işlediklerini ve kendi öznel bilgilerini nasıl oluşturduklarını görmemize, hangi kategoriler üzerinden çevrelerini anlamlandırdıklarını tespit etmemize, dış dünyaya dair algıları ile içerisinde yargılara vardıkları çevrenin nasıl bir etkileşime girdiklerini (yani bağlamın etkisini) incelememize imkân tanır. Tüm bunlara ek olarak her bir imajın altında konumlandırılan, gelişmelerin tahmin edilebilir olmasını sağlayan (ya da bilişsel bir dengeye kavuşabilmek için öyle hissetmemizi sağlayan) senaryolar ve yine bu imajlarla ilişkilendirilen tepki alternatiflerimiz vardır. Bunların nasıl gerçekleştiğini ABD’nin “haydut devlet” imajı üzerinden inceleyebiliriz.
“Haydut Devlet” İmajı
ABD dış politikasında kullanılan Soğuk Savaş imajlarına baktığımızda kategorik olarak karşımıza genelde Sovyetler Birliği ile olan ilişkileri tanımlayabilmek için kullanılan “düşman imajı” (veya Urie Bronfenbrenner’in deyimiyle tarafların birbirlerini ayna karşısındaymışçasına gördükleri yansıyan imaj) ve Sovyetler Birliği’ne bağımlı olarak görülen devletler için kullanılan “düşmanın bağımlı müttefiki” imajı çıkar. Bu iki imajı net bir şekilde Vietnam Savaşı’nda görebiliriz. Vietnam’daki savaş Amerikalı karar vericiler için tamamen komünist bloğun saldırısından başka bir şey değildir. Güney Vietnam aslında “özgür dünyanın” kendisiyken, Kuzey Vietnam ise “düşmesiyle” Güney Doğu Asya’daki devrim ihracının merkezi olmaktan “kurtarılması” gereken bir “mücadele alanıdır”. Kore Savaşı da bu minvalde değerlendirilebilir.[4] Soğuk Savaş’ın bitmesi ve çevrenin ABD için radikal bir şekilde değişmesi ile birlikte yeni imajlara ihtiyaç duyulmuştur. Haydut devlet imajı da işte tam olarak bu ihtiyaç üzerine çıkar ve eski Sovyetler Birliği müttefikleri ve bazı diğer ülkeler için kullanılır. Ancak her ne kadar Soğuk Savaş sonrası dönemde haydut devlet imajı kullanılmaya başlansa da, bu imajın somutlaşmış halini ilk defa 1979 yılındaki Terörizmi Destekleyen Devletler listesinde görürüz.
Böylesine bir listenin varlığı yasal açıdan aslında bir zorunluluktur. Özellikle 1961 Dış Yardım Yasası, 1976 Silah İhracatını Kontrol Yasası ve 1979 İhracat İdaresi Yasası gereği terör destekçisi devletler ile olan ilişkiler sınırlandırılmış ve hatta bazı özel yasaklara tabi tutulmuştur. Bu yasal çerçeveye uygun olarak ilk defa Terörizmi Destekleyen Devletler listesi 1979 yılında ilan edilmiş ve bu listeye Libya, Irak, Güney Yemen ve Suriye eklenmiştir. Yönetimlerin ekleme ve çıkarmalarından sonra 2019 yılındaki listede Suriye, İran, Kuzey Kore ve Sudan yer almaktadır. Bu listede yer alan devletler ve daha fazlası günümüze kadar farklı isimlerle anılmıştır: “Serseri devletler”, “haydut devletler”, “endişe verici ülkeler”, “şer ekseni”, “şer ekseninin ötesi”, “zorbalığın ileri karakolları” gibi… Ancak bütün bu isimlere karşı, farklı karar vericilerin sözlerinden benzer noktalara yapılan vurgular tespit edilerek ortak bir “haydut devlet” imajı tespit edilebilmektedir.
Öncelikli olarak karşımıza farklı dönemlerde benzer şekilde yapılan kapasite yorumları çıkar. Buradaki kapasite algısı sadece askeri anlamda değil, iç politika, hükümet ve karar verme yapıları ile ilgilidir. Örneğin bu devletler kapasite açısından ABD’li karar vericilere göre çok daha düşük bir seviyede algılanırken, füze kapasitelerini arttırmaya çalışarak, teröre destek vererek ve kitle imha silahlarının peşinden giderek bu asimetriyi gidermeye ve oluşturdukları tehdidi arttırmaya çalışırlar. Haydut devlet tanımını ilk kez kullanan ABD Başkanı Bill Clinton özellikle bu tehdidi vurgular: “Artmakta olan füze kapasiteleri Avrupa’nın daha fazla bölümünü İran ve Libya gibi haydut devletlerin radarına sokmaktadır”.[5] Bu devletlerin “gerçek yüzlerini” bildiğini iddia eden eski ABD Başkanı George W. Bush da genelleştirmelerini özellikle 11 Eylül’ün de etkisiyle terörizm üzerinden yapar: “Amacımız teröre destek veren rejimlerin Amerika’yı ya da dostlarımızı ve müttefiklerimizi kitle imha silahlarıyla tehdit etmelerini engellemektir”.[6] Benzer algıları bu devletlerin iç politikalarına yapılmış olan atıflarda da görmemiz mümkündür. Örneğin Clinton’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Anthony Lake’e göre bu devletlerin karar vericileri “baskı yoluyla gücü kontrol eden hiziplerdir”, ya da George W. Bush’un ifadesiyle “halkının özgürlük umutlarını baskılayan seçilmemiş birkaç kişidir”. Tam olarak bu sebeple bu devletler uluslararası toplumun bir parçası olan bir “devlet” olarak değil anomali yaratan “rejimler” olarak ifade edilir.
Rejim vurgusu özellikle ABD’li karar vericilerin bu devletlerin kültürlerini nasıl algıladıklarında kendisini gösterir. Bu “rejimler”, “demokrasi ve istikrar düşmanı”, “uluslararası sistemin yıkıcı öğeleri”, “medeni dünyanın karşıtları”, “özgür düşünceden yoksun bir korku toplumu” olarak konumlandırılır. Lake’e göre ABD siyaseti “sadece aile dışında kalmayı seçmeyip, aynı zamanda onun temel değerlerine saldıran dik kafalı ve kanun dışı devletler gerçeğiyle yüzleşmek zorundadır”.[7] Clinton yönetiminde dışişleri bakanlığı görevini yapmış olan Madeleine Albright’ın ulusları dörde ayırarak, kendilerini “uluslararası sistemin kurallarına uyan” bir ailenin üyesi olarak gördükten sonra üçüncü grubu “sadece, uluslararası sistemde yerleri olmayan değil, aynı zamanda varlıkları onun dışında olmayı gerektiren ve onu yok etmek için tam anlamıyla bombalarla saldıran haydut devletler”[8] olarak tanımlaması, iç grup ve dış grup arasındaki gerilimden beslenen kimlik oluşturucu (ve hatta sınırlandırıcı) etkinin ne olduğunu bize çarpıcı bir şekilde gösterir. George W. Bush bu iç grubu temsil eden aileyi “medeni dünya” olarak tanımlarken, Birleşmiş Milletler’in silah denetimine “direnen” Irak’ı ise bir dış grubun yansıması olan “medeni dünyadan bir şeyler saklayan bir rejim” olarak tanımlar. Bu dış grubun içinde ya da George W. Bush döneminde dışişleri bakanı olarak çalışmış olan Condoleezza Rice’ın ifadesiyle “zorbalığın ileri karakollarında”, insanlar bir “korku kültürü” içinde yaşarlar.[9]
Dikotominin hakim olduğu algılarda, bu devletlerin amaçları da siyah ve beyaz kadar keskindir. Eski ABD Başkanı Ronald Reagan’a göre bu devletlerin “stratejik amacı”, “ABD’nin yolunu şaşırtmak, dış politikasını bozmak, değiştirmek… ve dünyanın çeşitli bölgelerindeki Amerikan etkisini ortadan kaldırmaktır; kısacası… (ABD’nin) Amerika kalesinden ibaret olmasını sağlamaktır”.[10] Bu sebeple haydut devlet imajının ilişkilendirildiği senaryolar nükleer silahların yayılımını, füze kapasitelerinin artışını ve uluslararası terörizmin yükselişini içeren olaylardır. Bu olaylar özellikle tarihsel analojilerle beslenir. Örneğin Reagan’a göre bu devletlerin tarihselliği Nazi Almanya’sının ortaya çıkışıyla ilişkilendirilir, ya da Albright’ın George H. W. Bush’un “yeni bir dünya düzeni” talebinin bir yansıması olarak görülebilecek ifadesi ile bu devletler ABD ve Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş boyunca birbirlerine oluşturdukları tehditlerden “farklı bir tehdit” oluşturmaktadır. Bundan dolayı Albright bir dış politika çıktısı olarak önce izolasyonu, sonra da dönüşümü savunur. Böylece izolasyon üzerinden değerlendirilebilecek, silahlanma karşıtı girişimler, füze savunma sistemleri ve yaptırımlar karşımıza çıkarken, dönüşüm olarak da Irak, Libya ve İran örneklerinde görebileceğimiz rejim değişikliği çabaları ile askeri müdahaleler karşımıza tepki alternatifleri olarak çıkar.
Sonuç olarak imajlar, “olduğu gibi bilinmenin” imkansızlığında, bir komünistin ya da bir Vietkong üyesinin, iki çocuklu bir babaya kıyasla nasıl daha kolay öldürülebileceğini gösteren zihni inşalarımızdır.[11] Bu insandışılaştırmayı özellikle haydut devleti imajında görmemiz mümkündür. Her ne kadar köklerini Soğuk Savaş öncesinde bulabilecekken, bu imajın özellikle neden 11 Eylül sonrası kategorik olarak tam bir kalıp yargı haline geldiği incelenmesi gereken bir başka konudur. Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Rusya’nın yeni ortam içinde bir türlü tanımlanamıyor olması, ABD dış politikasının özellikle haydut devlet imajı temelinde savrulmasına ve kısır bir döngü içinde bölgesel sorunlara müdahil olunup olunmaması dikotomisine saplanmasına neden olmaktadır.
[1] Kenneth Boulding, The Image: Knowledge in Life and Society (Michigan:The University of Michigan Press, 1997), 6 – 10.
[2] Eleanor Rosch, “Principles of Categorization”, E. Rosch ve B. Lloyd (Ed.), Cognition and Categorization içinde(New Jersey: Lawrence Erlbaum, 1978), 30.
[3] John Lewis Gaddis, “The Long Peace: Elements of Stability in the Postwar International System,” International Security 10 (1986): 99 – 142.
[4] Yaacov Y. I. Vertzberger, The World in Their Minds: Information Processing, Cognition, and Perception in Foreign Policy Decisionmaking (California, Stanford University Press, 1990), 75 – 76.
[5] Bill Clinton, “Remarks to Multinatioal Audience of Future Leaders of Europe” (konuşma, Brüksel, 9 Ocak 1994), U.S. Diplomatic Mission to Germany, https://usa.usembassy.de/etexts/ga6-940109.htm.
[6] George W. Bush, “President Delivers State of the Union Address” (konuşma, Washington, 29 Ocak 2002), The White House, https://georgewbush-whitehouse.archives.gov/news/releases/2002/01/20020129-11.html.
[7] Anthony Lake, “Confronting Backlash States,” Foreign Affairs 73, no. 2 (1994): 46.
[8] Madeleine Albright, “Remarks at Tennessee State University” (konuşma, Tennessee, 19 Şubat 1998), U.S. Department of State, https://1997-2001.state.gov/statements/1998/980219b.html.
[9] Condoleezza Rice, “Opening Remarks by Secretary of State-Designate Dr. Condoleezza Rice” (konuşma, Washington, 18 Ocak 2005), US Department of State, https://2001-2009.state.gov/secretary/rm/2005/40991.htm.
[10] Ronald Reagan, “Remarks at the Annual Convention of the American Bar Association” (konuşma, Chicago, 8 Temmuz 1985), Reagan Library, https://www.reaganlibrary.gov/research/speeches/70885a.
[11] Ronald Reagan, “Remarks at the Annual Convention of the American Bar Association” (konuşma, Chicago, 8 Temmuz 1985), Reagan Library, https://www.reaganlibrary.gov/research/speeches/70885a.