Çeviri: Mert Söyler
Yazar: Edmund Fawcett
Yazının orijinaline bu linkten ulaşabilirsiniz.
İngiliz Muhafazakâr Parti’sindeki liberal kanat her alanda zayıflıyor. Kendisini tekrar ortaya koyup koyamayacağı, birçok şeyi belirleyecek.
Sağduyu ve istikrarın siyasi geleneği olarak görülen muhafazakârlık, bugünlerde zor bir dönemden geçiyor. İngiltere’de Muhafazakâr Parti, son dokuz yılda beşinci başbakanıyla seçimlerde ağır bir yenilgi aldı. Partideki ılımlılar ya kendileri partiden ayrıldı ya da partiden dışarı itildi. Aşırı sağ partiler, Avrupa’da muhafazakârların ana akımının liderliğini almak için mücadele ediyor. Amerika’da ise hüküm yemiş bir suçlu, Cumhuriyetçi Parti’den başkanlık yarışına girmeye hazırlanıyor.
Muhafazakârlık her zaman alegorilerle örülmüş bir imaja sahip olmuştur. 19. yüzyılın sonlarından itibaren çoğu muhafazakâr modern hayatla barışınca, çelişkili ama cezbedici bir çifte vaat ortaya attılar: Gelişen kapitalizm ve toplumsal istikrar.
Kapitalizm, teknolojik ilerlemeyi kullanarak zenginlik üretir ve eğer bir toplum demokratikse bu zenginlik tabana yayılır. Fakat bu süreçte toplumu sürekli değişime uğratır. Bu nedenle muhafazakârlar, bir yandan “Sermaye” adlı bir ata, diğer yandan da “Gelenek” adlı bir ata binerek dengeyi korumaya çalışan sirk cambazları gibi olmalılar.
Bu zor dengeyi, 30 yıl önce bugünlerde yükselişe geçecek olan aşırı sağı öngören zeki ve vizyoner Amerikalı muhafazakâr Edward Luttwak çok iyi anlamıştı. Luttwak’ın London Review of Books‘taki makalesi, provokatif bir şekilde “Neden faşizm geleceğin dalgasıdır” başlığını taşıyordu.
Başlığın abartılı veya tarih dışı olduğunu düşünebilirsiniz, ancak Luttwak’ın tespiti yerindeydi. Luttwak’a göre tipik bir muhafazakâr akşam yemeği sonrası konuşması iki bölümden oluşur: “İlk bölümde sınırsız rekabetin ve dinamik yapısal değişimin erdemleri kutlanır, ikinci bölümde ise tam da birinci bölümde övülen güçler tarafından aşındırılan aile ve topluluk ‘değerlerinin’ düşüşünün yası tutulur.” Bu çifte vaadin hâlâ inandırıcı olup olmadığı ise günümüz muhafazakârlarının cevaplaması gereken en önemli soru.
İnandırıcı olduğunu söylemek zor olsa da muhafazakârların seçimlerde ne kadar başarılı olduklarını hatırlamakta fayda var. Büyük partilere bir göz atalım. 1949’da Federal Cumhuriyet’in kurulmasından bu yana Almanya’nın Hristiyan Demokratları, bu 75 yılın 52’sinde ya iktidardaydı ya da iktidar koalisyonlarının bir parçasıydı.
Fransa’nın cumhurbaşkanları son 65 yılın 39’unda (eski Sosyalist Emmanuel Macron’u da dahil edersek 46 yıl) merkez sağdan seçildi. ABD’de sağ-sol dengesi daha eşit olsa da İngiltere’de Muhafazakârların hâkimiyeti dikkat çekici: Son 110 yılın 76’sında Muhafazakâr Parti iktidardaydı veya iktidar koalisyonunun bir parçasıydı.
Tüm bu seçim zaferlerini kazanmak beceri ve denge gerektirir. Fakat beceriler zamanla yıpranır, başarı serileri de sona erer. Bazıları, İngiliz muhafazakârlığının merkez sağ bir gelenek olarak artık sona erdiğini düşünüyor. Eski Muhafazakâr bakan ve manifesto yazarı Sir Oliver Letwin, bana “Parti, bildiğimiz haliyle ölü” diyerek bu görüşte olduğunu söylemişti. Tüm Muhafazakârlar bu görüşe katılmasa da Britanya’nın Muhafazakârları bu konuda örnek bir vaka olmuştur; bununla birlikte muhafazakârlık her yerde değişim geçiriyor.
Çatışma Geleneği
Muhafazakârlık hakkında genellemeler yapmak risklidir. Kapitalist moderniteye ve onun liberal savunucularına tepki olarak ortaya çıkan bir Avrupa geleneği olan muhafazakârlık, uzun zaman önce küresel hale geldi. Muhafazakâr ismiyle veya başka çeşitli isimlerle Hindistan, Brezilya, Japonya ve Güney Kore’de ve birçok diğer çok partili demokraside muhafazakâr partiler bulunuyor.
Almanya’daki muhafazakârlar, yeniden bir aşırılığa kayışı önlemek için oluşturulmuş karma bir seçim sisteminde, sol ile düzenli olarak koalisyonlar kurar. Seçim sistemini sık sık değiştiren Fransa’da ise partiler akışkandır ve sürekli isimlerini değiştirirler. 1900’lerden beri Fransız ana akım sağ partileri, birbirini çok andıran UR, ARD, AD, RPF, RPR, CNI, UNR, UDR, UDF, UPR, UMP, LR gibi kısaltmalarla siyasi sahnede yerlerini alırlar ve bu partilerin adlarının hiçbiri “muhafazakâr” kelimesini içermez.
ABD ve İngiltere’de, birinci gelenin kazandığı oy çokluğu sistemleri artık endemik hale gelen iş çatışmalar pahasına, destek tabanları çok geniş ve uzun ömürlü iki büyük partiyi öne çıkarır. Amerikan Cumhuriyetçileri uzun bir süre boyunca sol ve sağ kanatlara sahipti. Küreselci Dwight D. Eisenhower, Robert Taft Sr.’ın Amerikancı Cumhuriyetçilerini kontrol altında tutmuştu. Liberal Nelson Rockefeller, anti-liberal Barry Goldwater’a karşı yenilmişti. Richard Nixon ise ABD’nin kuzeyindeki iş dünyası ile Cumhuriyetçi olan mağdur beyaz Güneyli seçmenleri bir araya getirmişti. 1980’lerden itibaren Ronald Reagan’la birlikte, parti liberalleri dışladı ve kesin bir şekilde sağa kayarak illiberal bir pozisyona geldi.
Britanya’nın Muhafazakârları için iç çekişmeler adeta partinin doğal halinin bir parçasıdır. Partinin, Kabil ile Habil’i anımsatan geçmişi, gerçekten de kutsal kitaplara benzer. Parti içinde hep birbiriyle çekişen iki taraf vardır: Robert Peel ile Benjamin Disraeli, Joseph Chamberlain ile Lord Salisbury, Edward Heath’in “Wets” grubu ile Margaret Thatcher’ın “Dries” grubu, Avrupacılar ile anti-Avrupacılar.
Parti içinde siyasi olarak kendini yok etme eğilimleri, iktidardaki süreklilik rekorlarını daha da dikkat çekici kılar. Bu süreklilik ve “muhafazakâr” etiketinin nadir kullanımı, İngiliz muhafazakârlığının özellikle saf ve istisnai olduğu düşüncesini her zaman teşvik etmiştir. Fakat bu görüş doğru değildi ve hâlâ da değil. Partinin sert bir şekilde sağa doğru kayışı, Batı demokrasilerinde merkezin genel olarak zayıflamasının mükemmel bir örneğidir.
Aşırı Sağ
Aşırı sağı tanımlamak gerekirse; serbest piyasa küreselcilerinden, ulusal refahçılardan ve etik-kültürel gelenekçilerden oluşan dengesiz ve değişken bir ittifaktır. Küreselciler, yabancı sermayenin demokratik olmayan bir şekilde istediği gibi hareket edebilme özgürlüğüne sahip olduğu küçük, gece bekçisi niteliğinde bir devlet ister. Refahçılar ise ulusal halkı önemseyen ve onları göçten koruyan etkili bir devlet talep eder. Küreselciler ve refahçılar; vergiler, regülasyonlar ve ticaret konusunda birbirleriyle anlaşamazlar. Ancak her ikisi de ahlaki çöküş ve ulusal gerileme gibi konularda sıklıkla vaazlar veren gelenekçilerle yeterince uyumlu hareket ederler ve gelenekçilerin vaazlarını genelde ya taklit ederler ya da siyasi manevra gereği nezaketen dinliyormuş gibi yaparlar.
Aşırı sağı bir arada tutan iki temel unsur var. Biri gerçek, diğeri ise fantezi. Gerçek olan, küreselleşmenin getirdiği büyük yapısal değişikliklerin yol açtığı güvensizlik ve eşitsizliklere cevap vermede liberal demokrasinin sürekli başarısız olması karşısında halkın duyduğu öfke ve hayal kırıklığıdır. Bu duygular oldukça gerçektir.
Diğer unsur, aşırı sağın bu hoşnutsuzluk için bir suçlu bulup onu hedef göstermesidir. Bu suçlu ise büyük ölçüde uydurulmuş ama retorik olarak güçlü bir düşman, yani liberal elitlerdir. Aşırı sağ küreselciler, bu kadir-i mutlak ama sürekli hata yapan düşmanı, 1945 sonrası dönemde devletin aşırı büyümesi için suçlarlar. Refahçılar da 1990 sonrası halk ve ulus konusundaki antidemokratik ilgisizlik için liberal elitleri suçlarlar. Gelenekçiler ise 1960’lardan sonra gelen ahlaki karmaşa, bireysel disiplinsizlik ve toplumsal çürüme için liberal elitleri suçlarlar.
Hakkaniyetli bir tarihsel bakış açısıyla denilebilir ki, 20. yüzyılın liberal demokrasisi başarılı olduğunda, bu başarısının büyük bir kısmını hoşgörülü, kendine güvenen bir sağa borçluydu. Yani, mülkiyet ve toplumsal istikrar gibi muhafazakârların zorunluluk olarak gördüğü iki şey güvenilir ellerde kaldığı sürece, solcu liberaller ve ilericilerle uzlaşmaya hazır liberal muhafazakârlara borçluydu.
Aşırı sağın özünde liberal muhafazakârlığa karşı çıkışı, liberal muhafazakarlığın muhalefeti düşman olarak görmeyi reddetmesi nedeniyledir. Avrupa’daki çeşitli partilerin de gösterdiği gibi aşırı sağ monolitik değildir.
Açık bir örnek vermek gerekirse Fransa’daki Ulusal Birlik’in lideri Marine Le Pen, aşırı sağcı uluslardan oluşan bir Avrupa’yı tercih ederken, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni ise aşırı sağ bir Avrupa Birliği istiyor. Aşırı sağın tepki verdiği başarısızlıklar gerçektir. Fakat, bu problemler için liberal bir düşmanı suçlayarak teşhis koymak, politik bir nevrotik yer değiştirme gibidir.
Seçim Sonrası
Britanya’nın genel seçim sonuçları 5 Temmuz’da belli olduktan sonra, parlamentonun bulunduğu Westminster’da içeriden bilgi sahibi olanlar, Muhafazakârların şimdi nereye yöneleceğini mikro analizlerle inceleyecekler. Yenilgi, beklenenden daha mı kötüydü? Muhafazakârlar, aşırı sağcı Reform UK partisine mi yoksa Liberal Demokratlara mı daha fazla oy kaybetti? Partinin kendi aşırı sağ kanadı, Suella Braverman veya (daha yüksek ihtimalle) Kemi Badenoch liderliğinde mi yönetime geçmeye çalışacak? Yoksa Tory terimleriyle solcu Jeremy Hunt veya James Cleverly gibi orta yolcu birisi mi enkazı toparlamaya çalışacak?
Tüm bunlar önümüzdeki süreçte önemli konular olacak ama asıl mesele, muhafazakârlığın bugün neyi temsil ettiğidir. Muhafazakârlar, büyük yenilgilerden sonra bu soruyla daha önce de yüzleşmişti. Her seferinde bir tercih yapmaları gerekti. Ya seçimin kazananlarını taklit edip onların stratejilerini benimseyerek zaferi ele geçirdiler ya da kazananlara karşı çıkıp kısa sürede onları tekrar yendiler. 1945’ten sonra “Butskellizm” adı verilen taklit yolu seçildi; 1974’te “Thatcherizm” olarak bilinen rakibini ezme stratejisi uygulandı; 1997’de ise tekrar taklit (Cameronizm) tercih edildi. Şimdiki sorun ise muhafazakârların kimi taklit edeceklerini veya kimi ezeceklerini bilememesi.
İşçi Partisi’nin 1945’teki büyük zaferinden sonra Muhafazakâr Parti hızla toparlanmıştı. Parti organizasyonunu yeniden yapılandırmanın ve üye sayısını artırmanın yanı sıra, Rab Butler yönetiminde Muhafazakâr Araştırma Departmanı’nda yeni fikirler geliştirildi. Butler daha sonra hükümette birçok önemli görevde de bulunmuştu. Sosyal politikalara önem veren liberal bir muhafazakâr olan Butler’ın politikaları, İşçi Partisi’nin lideri Hugh Gaitskell’in politikalarıyla sık sık örtüşmüştü. Bu yüzden bu dönem “Butskellizm” olarak adlandırıldı. O dönemdeki bir sosyal muhafazakâr, alaycı bir şekilde, muhafazakârlığı Guardian gazetesi okuyucuları için kabul edilebilir hale getirmeye çalıştıklarını söylemişti.
Muhafazakârlar, 1964-1970 ve 1974-1979 yılları arasındaki muhalefet dönemlerini “Thatcherizm”i oluşturmak için kullandılar. Bu sefer amaç taklit etmek değil, rakiplerini ezerek galibiyete ulaşmaktı. Bu politikanın entelektüel lideri olan Keith Joseph, İngiltere’nin “aşırı yönetilen, aşırı harcayan, aşırı vergilendiren, aşırı borçlu ve aşırı istihdam edilen” bir ülke olduğunu savunuyordu. Reversing the Trend (1975) kitabıyla, muhafazakârlar arasında Britanya’nın felakete doğru sürüklendiği inancını güçlendirdi. Joseph, sağın klasik toplumsal çöküş temasını işleyerek; sübvanse edilen toplu taşıma, sosyal konutlar, bekar ebeveynler ve işçi-işveren ilişkileri gibi sorunları bir araya getirip ilham verici yeni bir liderlikle kurtarılmayı bekleyen başarısız bir toplumun portresini çizmişti.
Buna karşılık, 1997’deki yenilgiden sonra Muhafazakâr Parti’nin 13 yıl iktidar dışında kalması, parti için verimsiz bir dönem oldu. Parti, Tony Blair’ı ve New Labour siyasetini taklit etmeye çalıştı, özellikle de görsel imaj ve iletişim konusunda. Muhafazakârlık adına ikna edici bir vizyon ortaya çıkmadı. Stanley Baldwin’in “tek ulus muhafazakârlığı” gibi genel ama içi boş bir etiketini ödünç alan Cameronizm, içerik açısından da yetersiz kaldı. Üstüne 14 yıllık iktidar dönemi eklenince, Muhafazakârlar 25 yılı aşkın süredir tam olarak neyi savunduklarını net bir şekilde ortaya koyamamış oldular.
Muhafazakârlar, yeni fikirler ararken üç önemli engelle karşı karşıya kaldılar. İlk engel, Soğuk Savaş’ın bitimiyle sağın da sol gibi jeopolitik bir yön kaybı yaşamasıydı. Bu dezavantaj, parti farkı gözetmeksizin herkesi etkiledi. Fakat diğer iki engel tamamen Muhafazakâr Parti’ye özgüydü. Thatcherizm, sevilse de sevilmese de bir dogmaya dönüştü ve Brexit’in neden olduğu iç çatışmalar, siyasetteki tüm enerjiyi tüketti.
Yeni Fikirler
Bu sefer durum farklı olabilir. Pek çok parlak Muhafazakâr parlamentoya adaylığını koyuyor ve bu süreç, entelektüel bir yenilenmenin işareti olabilir. Ancak bu yenilenme hangi yönde olacak? Adaylar arasında eski bir bankacı ve ekonomi doktoralı Rupert Harrison da var. Harrison, 2010-2015 yılları arasında Maliye Bakanı George Osborne’un başdanışmanlığını yapıyordu ama Harrison’ın “asıl maliye bakanı” olduğu biliniyordu. Kendisi ayrıca, Bloomberg yorumcusu Adrian Wooldridge’in “Notting Hill muhafazakârlığı” olarak adlandırdığı görüşü savunuyor. Bu görüşe göre İngiltere’nin geleceği; kozmopolit şehirler, üniversite kasabaları ve bilgi ekonomisinde yatıyor. Muhafazakâr Parti de bu seçmen kitlesine hitap ederek siyasi geleceğini güvence altına alabilir.
Buna karşılık, Theresa May’in baş danışmanı Nick Timothy ise farklı bir görüşe sahip. Birmingham’ın Erdington bölgesinden gelen Timothy, “Erdington muhafazakârlığı” olarak adlandırdığı, ulusalcı refah devleti olgusunu öne çıkaran bir yaklaşımı savunuyor. 2020’de yayımlanan Remaking One Nation adlı kitabında, İngiltere’deki sosyal eşitsizlikleri ve kamu hizmetlerindeki eksiklikleri ele alıyor. Timothy’nin, hükümete duyulan güvensizliğe çözüm olacak birçok politikası ve kurumsal reform önerisi var. Ancak, liberallere karşı derin bir düşmanlığı bulunuyor. Timothy’ye göre liberaller, seçmenlerin sesini duymazdan geliyorlar, toplumsal değerleri göz ardı ediyorlar ve İngiliz kimliğine duyulan bağlılığı hafife alıyorlar.
Benzer bir durum, İngiliz muhafazakârların sadece ortak dil ve değerler nedeniyle değil, finansal kaynak arayışıyla da yöneldiği, ABD’deki aşırı sağın entelektüel çevrelerinde de görülebilir.
Indiana’daki Katolik Notre Dame Üniversitesinde profesör olan ve Amerikan aşırı sağının önde gelen isimlerinden biri olan Patrick Deneen, 2023’te yayımlanan Regime Change adlı kitabında Amerikalıların ezilmiş ama sesini duyuramayan bir halk olduğunu savunuyor. Ancak Deneen’e göre ekonomik ihmal ve ahlaki baskıdan kurtulmak için Amerikalıların seslerini daha fazla duyurmaya değil, erdemli, anti-liberal bir elitin rehberliğine, yani Deneen’in çarpıcı bir şekilde “aristopopülizm” olarak adlandırdığı yeni bir siyaset yapma biçimine ihtiyaçları var. Timothy gibi Deneen de birçok politika önerisi sunuyor. Ancak liberallere duyduğu derin nefret, önerilerini gölgeliyor. Bazen mevcut siyasi sistemi onarmak isteyen bir reformcu gibi görünüyor, bazen de neredeyse bir Amerikan teokrasisi çağrısı yapıyor gibi duruyor.
ABD’de etkili bir başka aşırı sağ düşünür olan Yoram Hazony’nin 2022’de yayımlanan Conservatism: A Rediscovery adlı eseri, bir politika kitabı değil; muhafazakârların hangi derin toplumsal değerleri savunduğunu açıklamaya çalışan uzun bir deneme. Hazony, muhafazakârların hangi noktada “Bu yanlış, buna kesinlikle katlanamam” dediğini sorguluyor. İsrailli-Amerikalı olan Hazony, Timothy’nin aksine aynı Deneen gibi daha tutkulu ve ahlaki bir dil kullanmaktan çekinmiyor. Timothy daha çok şikâyet edip başkalarını suçlarken, Hazony daha büyük bir vizyon ortaya koyuyor.
Hazony aynı zamanda, Washington DC merkezli, iyi finanse edilen Edmund Burke Vakfı’nın başkanı ve bu vakıfla bağlantılı, küçük ama etkili bir hareket olan Ulusal Muhafazakârlık’ın da lideri. Bu hareketin Londra, Brüksel ve Budapeşte’de uluslararası bağlantıları bulunuyor. Budapeşte’deki Mathias Corvinus Koleji gibi kurumlar, anti-liberal fikirleri teşvik eden devlet destekli bir ulusal muhafazakârlık projesi yürütüyor. Mayıs 2023’te Hazony’nin vakfının Londra’da düzenlediği üç günlük bir konferansta, Suella Braverman ve Miriam Cates gibi İngiliz aşırı sağının önde gelen isimleri yer almıştı. Bu konferans hem sağın hem solun alay konusu olmuştu. Konferans katılımcılarından Braverman daha az liberal isterken, Cates de daha fazla bebek istiyordu. Ama dalgaya almak belki de fazlasıyla kolaycılıktı. Ciddi olsun ya da olmasın, bu tür seslerin duyulması ve yanıtlanması gerekiyor.
Liberal Muhafazakârlara Yer Kaldı mı?
Liberal muhafazakârlığın sessizliği, ister sağda ister solda olsun tüm liberal kesimi endişelendirmeli. Bu durum sadece Britanya için değil, Avrupa ve ABD için de geçerli. Tüm bu kargaşaları anlamlandıran, nereye gitmemiz gerektiğini ve hangi stratejiyle bunu başarmamız gerektiğini etkili bir şekilde anlatan liberal sağın sesi nerede? Aslında bu sesler gerçekten de var. Liberal değerleri savunmaları gerektiğini de biliyorlar. Ama aşırı sağın güçlü ve etkili sesleri tarafından bastırılmış haldeler.
Aynı şekilde kafası karışık olan liberal soldan da güçlü ve ikna edici bir anlatı gelmiyor. Bolca problemi olan liberal dünyanın sorunları iyi tanımlanmış ve çözüm önerileri çok olsa da liberal dünyanın kendisi ve değerleri pek savunulmuyor. Evet, bu savunmalar iyi yazılmış makalelerde yer alıyor, ama yeterince güçlü bir şekilde dile getirilmiyor.
Bu sessizlikte, aşırı sağın tahrik edici ve öfkeli müziği duyulmaya başlandı. Muhafazakârlığın gelecekte de bildiğimiz şekliyle sağlıklı bir şekilde kendini sürdürüp sürdüremeyeceği, düşmanlara ihtiyaç duymayan liberal muhafazakârların siyasette güçlü bir seslerinin olup olmayacağına bağlı olacak.
Fotoğraf: Kelly Sikkema