Hariçten Gazel Haftalık Dış Haberler Bülteni (18-24 Ocak)
[voiserPlayer]
1814 yılında Napolyon orduları ilk büyük yenilgisini aldığında Rusya işgalinin intikamını almak isteyen Çar I. Alexander, Avusturya ve Prusyalı müttefiklerinin de desteğiyle Paris’i işgal etti. Avrupa’nın en uzak köşesinden kalkıp gelen Rus ordusunun Paris’e girmesi, Rusya’nın artık büyük bir Avrupa gücü olduğunun da sembolik bir göstergesiydi. Viyana Kongresi sonrası kurulan Avrupa düzeninde en önemli aktörlerden biri olarak öne çıkan Rus İmparatorluğu o günlerden bu yana Avrupa üzerinde bir denge ve tehdit unsuru olarak yerini korudu. 19. yüzyıl boyunca Avrupa’da devrimci hareketlerin bastırılması ve monarşilerin iktidarlarını koruması hususunda Avrupalı müttefiklerine destek verip, liberal ve özgürlükçü hareketlerin bastırılmasında rol oynadı.
I. Dünya Savaşı sonrası Sovyetler’in kurulması ve II. Dünya Savaşı’nda kazanan tarafta yer alması ile birlikte Avrupa’nın Doğusunu kontrolüne alan Rusya, Soğuk Savaş boyunca Avrupa siyaseti üzerinde 19. yüzyılda elde ettiğinden daha da güçlü bir konuma ulaştı. Sovyetlerin yıkılmasından sonra ise Soğuk Savaş döneminde elde ettiği güçlü etkinliğini kaybetti. Post-Sovyet dönemi, Rusya için 90’larda inişli çıkışlı bir siyaseti beraberinde getirdi. Ardından Putin’in 20 yılı aşan iktidarı süresinde Rusya, Sovyet sonrası dönemin en etkin ve iddialı dış politikasını adım adım hayata geçirdi. Putin dönemi, Rusya için içeride otoriterleşme, dış ilişkilerde ise yeni bir emperyalizm ve yayılmacılık politikası olarak kendini gösterdi.
Tarihte örneklerini sıkça gördüğümüz Rus yayılmacılığının ve atak dış politikasının neden olduğu türden çok boyutlu ve çok aktörlü yeni bir krizin içinden geçiyoruz. Bu krizin dinamiklerini daha iyi anlayabilmek için bu tarihsel arka planla yazıma başladım. Zira bugün de Rusya, otoriter müttefik rejimleri korumak ve kendi güvenliği için önemli gördüğü bölgeleri kontrolü altına almak konusunda Putin önderliğinde geçmişin hayaletlerini devreye sokuyor.
2. Dünya Savaşı öncesi İngiltere öncülüğündeki Avrupa, Hitler’in Versay Anlaşması şartlarını hiçe sayması, Ren bölgesini silahlandırması, Avusturya’yı ilhak etmesi ve Çekya’nın Südet bölgesinde Alman nüfusun yaşadığı Batı bölümünü ele geçirmesi sırasında izlediği yatıştırma politikası (appeasement policy) ile Hitler’i emellerinden caydıramamış ve diplomasinin yumuşak yöntemleri dış politikanın çıkar merkezli realizmine boyun eğmişti. Hitler’in Polonya’yı işgal etmesi ise bardağı taşıran son damla olmuş ve insanlığı 2. Dünya Savaşı’na sürüklemişti. Her ne kadar son dönemde Putin’in Ukrayna’yı işgal etme ve Doğu Avrupa’da NATO gücünü kırma politikası Hitler’in o dönemki saldırganlığı ile karşılaştırılacak ciddiyete ulaşmamış olsa da, son yıllarda ABD ve Avrupa’nın Putin’e karşı izlediği politikanın, Hitler’e karşı uygulanan yatıştırma politikasına benzer yönleri olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. Zira, Putin her bir adımda daha ilerisi için yeni bir tahkimat yapıp, stratejik bir şekilde eski Sovyet toprakları üzerinde nüfuzunu korumayı ve dahi artırmayı bugüne kadar başardı.
Putin 2008’de Gürcistan ve 2014’te Ukrayna’da devrimleri engelleyerek pozisyonunu güçlendirdi. Kırım’ın ilhakı ile de beklenmedik ve oldukça cesur bir hamle yaptı. Bu arada Suriye’de müttefiki olan Esat’ın iktidarını korudu ve Orta Doğu’da da askeri varlığını güçlendirerek daha aktif bir oyuncu olarak kendini kabul ettirdi. İki hafta önce Kazakistan’da olan olaylar ise Putin’in her cephede söz söyleme potansiyeli olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Tüm bu olanlar ABD ve Avrupa tarafından, bazı ekonomik yaptırımlar, tehditkar söylemler ve diplomasi yöntemlerinin kullanılmaya çalışılması dışında pasif denebilecek hamlelerle karşılandı. Ancak Ukrayna’da şu anki durum, geçmişte Rusya ve Batı’nın karşı karşıya geldiği krizlerden çok daha ciddi. Rusya’nın bu ülkeyi işgal etmesi tehlikesinin ortaya çıkmasıyla Batı’nın tavrı oldukça sertleşti. Peki bu sefer ABD ve NATO müttefikleri Putin’e engel olabilecek mi ve Ukrayna’da ortaya çıkabilecek bir silahlı çatışmayı Rusya aleyhine sonuçlandırabilecek mi?
Putin’in NATO’nun Soğuk Savaş sonrası etkinliğini artırdığı Doğu Avrupa’dan çekilmesi talebi birçok Avrupa ülkesini endişelendiriyor. Litvanya, Estonya ve Letonya gibi Rus İmparatorluğu’nun birer parçası olmuş küçük devletler Putin’in bu politikasını ciddi bir tehdit olarak görüyor. İsveç ve Finlandiya kamuoyu uzun süredir ilk defa NATO’ya üyelik konusunu yeniden tartışıyor. Almanya Rusya’dan aldığı doğal gazın kesilmesi korkusuyla daha ılımlı bir politika izlemeye çalışıyor. Denklemin diğer ucundaki ABD’de ise Afganistan’dan çekilme skandalının ardından kendini kanıtlamak ve dünyaya kabul ettirmek isteyen Biden yönetiminin, Ukrayna krizinde daha aktif bir dış politika sözünü gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği konuşuluyor. Özetle, Putin’in Ukrayna’yı işgal tehdidi çok boyutlu bir uluslararası kriz nitelemesini tam olarak hak ediyor.
Batılı devletler Rusya’ya karşı Kırım’ın ilhakından bu yana bazı ekonomik yaptırımlar uyguluyorlar. Bu yaptırımların Rus ekonomisine büyük zarar vereceği, Putin’in agresif bir dış politikadan vazgeçeceği ve askeri harcamaları azaltacağı beklentileri hakimdi. Nitekim, uygulanan yaptırımların Rus ekonomisi üzerinde ciddi etkileri oldu. Ancak, Rusya’da inşa edilen otoriter rejimin, ülke kaynaklarını hükümetin elinde toplayarak istediği gibi harcamasına olanak tanıması, halkın refahına mal olsa da, askeri harcamaları belli bir seviyede tutmaya yarıyor. Bunun üzerine son dönemde artan petrol ve gaz fiyatlarının Rus ekonomisine sağladığı avantaj eklendiğinde ekonomik yaptırımlar ile Putin’i tehdit etmenin çok fazla işe yaramayacağı artık anlaşılmış oldu. Zira geçtiğimiz hafta ABD, Avrupa ve Rusya arasında gerçekleştirilen diplomatik görüşmeler ve yeni yaptırım tehditleri somut bir sonuç doğurmaktan çok uzak kaldı. Yenilenen suçlamalar ve meydan okumalar ile süregiden Rusya ve Batı arasındaki gerginlik, Ukrayna sınırına çok ciddi bir yığınak yapmış olan Rus ordusunu tatbikatlarını sürdürmekten vazgeçirmiş değil.
Geçtiğimiz hafta diplomatik görüşmelerden de bir sonuç çıkmaması üzerine ise Ukrayna krizinin bir savaşa dönüşmesi ihtimalini kuvvetlendiren yeni gelişmeler oldu. NATO sekreteri Jen Stoltenberg yeni bir açıklama yaparak Ukrayna krizini 24 Ocak Pazartesi itibarıyla savaş riskinin arttığı yeni bir boyuta taşıdı. Stoltenberg NATO’nun müttefiklerinin kolektif güvenliğini sağlamak için gereken tüm adımları atacağını ve bu bağlamda NATO’nun Doğu kanadını güçlendireceğini açıkladı. NATO’nun bu kararları kapsamında Danimarka, Baltık Denizi’ne bir firkateyn ve Litvanya’ya 4 adet F-16; Hollanda ise Bulgaristan’a 2 adet F35 gönderecek. Ayrıca, Fransa Romanya’ya askeri birlik sevk etmeye hazır olduğunu, ABD ise 8500 kişilik bir askeri birliği Avrupa’da görevlendirme ihtimaline karşı teyakkuz durumunda tuttuğunu açıkladı. Hafta başında İngiltere Ukrayna’ya 2000 adet hafif tanksavar füzesi göndermişti. İngiltere bununla da yetinmeyerek Ukrayna’ya yeni silahlar göndereceğini de deklare etti.
Pazartesi günü ayrıca Biden, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya ve Polonya liderleriyle bir video konferans görüşmesi yaptı. Görüşmede liderler Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması durumunda alınacak önlemleri ve uygulanacak yaptırımları değerlendirdiler. Rusya’yı caydırma konusunda daha somut adımların atılacağı ve askeri önlemlerin artırılacağı mesajı bu toplantıyla da verilmiş oldu. Yine geçtiğimiz hafta Britanya Başbakanı Johnson, Kiev’e yönelik bir yıldırım harekatı gerçekleştirilebileceğine dair ellerinde istihbarat olduğunu belirtti. Bunun üzerine ABD ve İngiltere Kiev’deki diplomatik misyonlarının bir kısmını Ukrayna’dan geri çekme kararı aldılar.
Tüm bu gelişmeler üzerine Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması halinde Batılı güçlerin Ukrayna’ya daha çok silah desteği sağlayacağını söyleyebiliriz. NATO Putin’in taleplerine hiçbir şekilde boyun eğmedi, Rusya’nın istediği güvenceleri vermedi ve Rusya’yı caydırmak için diplomatik hamlelerini askeri önlemler alarak somut eylemlerle destekledi. Batılı ülkeler bu son hamleleriyle Putin’in pazarlıklarda yükseğe koyduğu çıtayı daha yükseğe çıkarmış oldular. Son iki aydır dünya gündeminden düşmeyen Ukrayna, son gelişmelerle Rusya ve Batı arasında iki tarafın da geri adım atmak istemediği kuvvetli bir savunma hattına dönüşmüş oldu.
Rusya bu haftaki gelişmelere, son iki aydır ısrarla yaptığı gibi, Avrupa’da güvenliği asıl tehdit edenin NATO ve ABD olduğunu ve Ukrayna’yı işgal etmek gibi bir planlarının olmadığını vurgulayan yeni açıklamalar yaparak karşılık verdi. Rusya’nın gerçekten Ukrayna’yı işgal etmek gibi bir planı olup olmadığını Putin’in zihninden geçenleri okuyamadığımız için bilemiyoruz. Ancak şunu söyleyebiliriz ki bu haftaki gelişmeler Rusya’nın olası bir Ukrayna müdahalesinin kendisi için sandığından daha büyük bedelleri olacağını gösterdi. Bu durumda Putin, geniş çaplı bir işgal operasyonu yerine, sınır bölgelerinde tuttuğu birlikleriyle düşük yoğunluklu çatışmalara başvurarak geri adım atmamış görünüp krizi zamana yaymayı deneyebilir. Şu haliyle Ukrayna’yı işgal etmek Rusya’nın altından kalkabileceği bir hamle gibi görünmüyor. Putin bugüne kadar, tüm bu aktif siyasetine ve otoriter eğilimlerine rağmen dış politika alanında daha planlı ve iyi düşünülmüş politikaları çılgınca eylemlere tercih eden bir siyasetçi portresi çizdi. Bu nedenle Ukrayna’yı işgal etme fikrini de, eğer ciddi şekilde planlamışsa, tekrar gözden geçirebilir diye düşünüyorum.