25 Mart 2009
Üniversite ikinci sınıftayım. Ülkü ocaklarına mensup bir genç olarak üniversite teşkilatım ile birlikte 2009 yerel seçimlerinde Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mansur Yavaş (o dönem MHP’nin adayıydı) için yoğun bir çalışma gerçekleştiriyoruz. Derslere girmek, geçmek veya kalmak umurumda bile değil. “Bir gün Türkiye’de iktidarı ülkücüler alacak. Ve o iktidarın yolu da Ankara’yı kazanmaktan geçiyor.” mottosu ile Mansur Yavaş’a bir oy daha nasıl kazandırabilirim, bunun derdini taşıyorum.
AKP’yi özellikle milliyetçi-muhafazakâr seçmen nezdinde zorlayan olaylar peşi sıra gerçekleşiyor. PKK saldırıları, Demokratik Açılım adı altında başlayan çalışmalar, Barış ve Demokrasi Partisi (şu anki adı HDP) milletvekillerinin özellikle milliyetçi ve ulusalcı kesimleri provoke edici söylem ve eylemleri, Ergenekon operasyonları ile mağdur olan ordu mensupları ve büyük çapta olmasa da gündeme gelen yolsuzluklar ile 2009 yerel seçimlerine adım atıyoruz. Ayrıca, Ankara özelinde de AKP seçmeninin önemli bir kısmının kendi adayı dahi olsa soğuk baktığı Melih Gökçek’e karşı, halkı ekseri milliyetçi-muhafazakâr sosyolojiye sahip Beypazarı ilçesini âdeta yeni baştan yaratan bir Mansur Yavaş gerçeği…
Yukarıda özetlemeye çalıştığım hal ve şartlarda 2009 yerel seçimlerinde canla başla çalışıyorum. Üniversite kantininde bir ara mola vermek için oturduğumda, televizyon ekranından bir haber geçiyor: “BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve beraberindekileri taşıyan helikopterin Kahramanmaraş sınırlarında düştüğü belirtildi. Helikopterdekilerin durumu hakkında henüz bilgi alınamadı.”

Tabir caizse yıkılıyorum. Teşkilattan diğer arkadaşlar ile birlikte olduğumuz yere çöküyoruz. Yerel seçimler aklımızdan çıkıyor. “Milliyetçi Türkiye için önce Ankara, sonra Türkiye!” o andan itibaren gündemimizde değil. Tek derdimiz Muhsin “Başkan”ın sağ salim bu kazadan kurtulması.
Bilenler bilir; Muhsin Yazıcıoğlu 7 Temmuz 1992’de Alparslan Türkeş’e karşı gelerek beş arkadaşı ve sevenleri ile birlikte MHP’den (o dönemki adı Milliyetçi Çalışma Partisi) ayrıldığını açıklamış, 29 Ocak 1993 senesinde Büyük Birlik Partisi’ni kurmuştu.

Bu nedenle MHP camiasında sevilmeyen; kimi zaman “hainlik ile” , “davayı satmak ile” suçlanan birisiydi Muhsin Yazıcıoğlu. Fakat bütün bunlara rağmen, Ülkü Ocaklı gençlerin belki açıkça belli etmese de kendi içlerinde çok sevdiği, idol olarak gördüğü birisiydi. Hatta sağ seçmen için “Erdoğan olmasa oyunuzu kime verirdiniz?” diye sorulduğunda akıllara ilk gelen isimlerden birisiydi.
Fakat acı haber birkaç gün sonra gelmişti. Muhsin Yazıcıoğlu ve helikopterdeki diğer kişiler soğuktan donarak hayatlarını kaybetmişlerdi. Hayatımda hiçbir siyasi liderin ölümü için ağlamamış -ve büyük ihtimal ile ağlamayacak- olan bendeniz; BBP’nin yaşadığım ilçe teşkilat binasına yaptığım taziye ziyaretinde gözyaşları içerisinde hatıra defterine şu cümleleri not düşüyordum: “Sen bizim Muhsin Başkanımızdın. Gerçek reis sendin. Ve bir daha senden başka reis gelmeyecek. Mekânın cennet olsun.”
30 Aralık 2022
Aradan geçen 13 sene beni bambaşka bir kişiye dönüştürüyor. Kendime ne kadar yakınsam, 2009’daki Murat’ın ideolojilerine o kadar uzak birisiyim. Hatta yıllar sonra 2017 Anayasa Referandumu, 2018 Genel ve 2019 Yerel Seçimlerinde yapmış olduğum tercihler ve ortaya koyduğum siyasi tavır nedeni ile “lider-doktrin-teşkilat” dogmasına tam bağlı olduğum eski liderim Devlet Bahçeli tarafından dolaylı olarak “hain ve zillet” şeklinde tanımlanıyorum.
Öğle arası Twitter’da gezinirken “Sinan Ateş”, “Suikast” , “Ülkü Ocakları” kelimelerini içeren hashtag yoğunluğunu görünce meraklanıp haberlere bakıyorum: “Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş, Ankara’da uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.” Detaylar ise dehşet verici: Ankara’nın Çukurambar semtinde gün içerisinde bir motosikletli kendisini başından vurarak öldürüyor.
Öyle ölümler vardır ki, ölüme odaklanamazsınız. Olayın gerçekleşme şekli neticesinden daha korkunç; tıpkı bir film seti kurgusu ve rahatlığı ile Cumhurbaşkanlığı Sarayı, AKP ve MHP genel merkezlerine çok yakın, siyasi ve bürokratların yoğun yaşadığı bir semtte güpegündüz bir vatandaş başından vurularak öldürülüyor.
Siyasi bir cinayet olması ile bir anda Türkiye gündemine oturuyor. Faillerin kim olabileceği ve neden böyle bir eylem yapılabileceği tartışılıyor. Ülkü ocakları geçmişimden dolayı birçok arkadaşım arıyor, mesaj atıyor. Yorum yapamıyorum. Fakat konuşmaları hep şu şekilde bitiriyorum:
“Aslında konuşulması gereken tek bir durum var: 2023 Türkiye’sinde, ülkenin başkentinin en güvenli sayılabilecek semtlerinden birinde, iki çocuk babası genç bir akademisyen güpegündüz başından vurularak infaz ediliyor.”

Yaklaşık bir ay sonra, bir arkadaşım ile sosyal medya üzerinden yaptığımız tartışma neticesinde bana bambaşka bir soru yöneltiyor: “Peki, neden Muhsin Yazıcıoğlu öldürüldüğünde Sinan Ateş suikastı kadar tepki olmadı? Özellikle de milliyetçi camiada?“
Söyledikleri çok doğru. Ateş suikastına en sert tepki, İyi Parti hariç, ideolojik olarak hiç uyuşmayan partilerden ve liderlerden geliyor. Hatta tabir caizse bir oksimoron misali, HDP milletvekili Garo Paylan bu suikastın meclis gündemine gelmesini ve mutlaka araştırılmasını bir basın toplantısı ile talep ediyor. Aksi gibi MHP lideri Devlet Bahçeli, belki Sinan Ateş’i öldürenlere söylemesi gereken sert sözleri “bu cinayet aydınlatılsın” diyenlere söylüyor. Sinan Ateş suikastını soran kadın gazeteciyi “Hadi git işine!” diyerek tersliyor, yanındaki partililer kadını itiyor. Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümünden sonraki süreci hatırlamaya çalışıyorum, kendi partilileri dışında yüksek sesli bir isyan gelmiyor.
Arkadaşıma gönderdiğim mesajı aynen aktarıyorum:
- Her şeyden önce Yazıcıoğlu meselesi bir “kaza” , fakat Ateş meselesi alenen bir cinayet. Olayların oluş şekli verilen tepkiyi yukarıya taşıyor.
- 2009 Türkiye’sinde AKP iktidarının karşısında, 2023 Türkiye’si gibi büyük bir muhalefet bloğu oluşmamıştı. Ayrıca son dönemlerde yaşandığı gibi derin, halkı yoksullaştıran bir ekonomik kriz ortamı yoktu. Halkın siyasi tepki eşiğini ekonomik krizlerin nasıl etkilediği bilinen bir gerçek.
- 2009’daki mesele Sinan Ateş olayı gibi aleni bir cinayet olmadığı ve toplumsal muhalefetin bu kadar geniş ve yüksek sesli olmaması nedeni ile bugünkü gibi bir tepki görmedik. Nitekim Sinan Ateş olayında HDP dâhil bütün muhalefet ayağa kalktı. Muhsin Yazıcıoğlu meselesinde ise sadece Necmettin Erbakan “suikast” olduğuna yönelik net tavır koymuştu. Devlet Bahçeli ise sadece bir taziye yayınlamıştı.
- Kabul edilse de edilmese de 1992’de Muhsin Yazıcıoğlu’nun “Başbuğ” Alparslan Türkeş’e karşı çıkıp partiden ayrılması, Türkeş hakkında söyledikleri, sonraki ilk seçimlerde Anavatan Partisi ve 1995 seçimlerinde de Refah-Yol (Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller ittifakı) koalisyonuna dâhil olması ülkücü camiada Muhsin Yazıcıoğlu’na karşı bir mesafe oluşturmuştu. Hatta Yazıcıoğlu’nun vefatı akabinde yapılan yerel seçimde Sivas’ta MHP, BBP’ ye karşı aday göstermiş fakat BBP seçimi kazanmıştı.
- 2009 Türkiye’sinde artan şehit cenazeleri, terör eylemleri, açılım politikası ve orduya karşı yapılan operasyonlara yönelik Devlet Bahçeli’nin net ve sert muhalefeti ülkücü ve milliyetçi camiada ona yönelik güveni zirvede tutmaktaydı. Bugün ise 2017’den itibaren keskin bir geri dönüş neticesinde AKP ile yapılan ittifaktan dolayı kendisine olan güven son derece azalmış durumda.
Benzerlikler ve farklılıklar sorgulanmaya devam edecektir. Ancak iki olay -özellikle de Sinan Ateş suikastı- ve akabinde yaşananlar bana Necip Fazıl Kısakürek’in Zindandan Mehmet’e Mektup şiirindeki bir mısrayı hatırlatıyor: Baba katiliyle baban bir safta!
Bu mısrayı hatırlamaktan pişman olacağım ve “haksızlık etmişim” diyebileceğim bir Türkiye temennisi ile…
Fotoğraf: Dương Trần Quốc