1996, Adıyaman – Menzil
Ankara’dan zorlu bir otobüs yolculuğu neticesinde Adıyaman, Menzil’e geldik. Henüz dokuz yaşındayım. Adıyaman sınırına girdiğimizde sık sık jandarma kontrol noktalarında bekletildik. Özellikle de Menzil’in girişinde.
Akşam namazından sonra “Seyda”nın (Şeyh’e hitap şekli) yatsı namazına katılıp katılmayacağını soruyoruz. “Görevliler” belki gizemi artırmak, belki beklentiyi yüksek tutarak Şeyh’in namaza gelmesini bir lütfetmeye dönüştürmek, belki de gerçekten samimi bir şekilde bilmediklerinden, “bilmiyoruz” diye cevaplar veriyor. Bir yandan da bazı görevliler “Sofiler mutfakta soyulacak patatesler var, el atalım Allah’ın izniyle!” diye seslenerek iş yaptırabilecekleri müritleri arıyorlar. Kaldı ki seslenme şekilleri bir soru şeklinde değil. Çünkü eminler; ne de olsa bunlar sıradan patatesler değil, Seyda’nın dergâhının patatesleri. Bu dergâhta patates soymak, cennetteki köşke bir tuğla daha eklemek demek. (Züğürt Ağa filmindeki efsane “cennetten tapu” sahnesini anımsadığınızı zannediyorum. Fakat doğrudan cennetten tapu vermek riskli. Bu yöntem müritler gözünde hem daha inandırıcı, hem de bir sonraki iş için onları daha diri ve motive tutuyor).
Menzil’deki büyük cami ve avlusunda dolaşırken fısıldaşmalar başlıyor. Ve en sonunda olağanüstü haber geliyor: Şeyh yatsı namazına katılacak, üstüne namazdan sonra hatme (Nakşibendi geleneğinde gözler kapalı bir şekilde Hz. Peygamber’den başlayarak tarikat silsilesindeki isimleri anmak, onları gözlerinin önüne getirmek, belirli sözcükleri tekrarlamak şeklinde yapılan ibadet) yaptıracak.
Yatsı namazının sünneti kılınıp bekleniyor. Ve birden bağırışlar, çığlıklar, “Allah” ve “Hay” haykırışları eşliğinde Şeyh camiye giriyor. Herkes Şeyh’i görmek için arbede halinde. Şeyh’in yanındakiler ise bu kalabalığı yer yer kaba kuvvet ile dağıtıyor. Bir yandan Şeyh’in rahatsız edilmesinden rahatsızlar, diğer yandan da bu kalabalığın toplanması ve kendinden geçmiş bir şekilde Şeyh ile salise süre için göz teması kurabilmek adına yaptıkları hareketlerden de memnunlar.
Namaz’dan sonra Şeyh’in elini öpmek için sıraya giriyorum. Şeyh bir sandalyeye oturmuş, yanında ona yelpaze tutanlar, Şeyh’in elini öpmeye gelenleri kontrol edenler, el öptükten sonra hemen oradan uzaklaştıranlar… Tam bir kaos.
Sıra bana geliyor. Çocuk olmam sebebi ile gerek Şeyh, gerek görevlileri daha bir şefkatli bakıyor. O muhteşem anı yaşıyorum, Şeyh’in elini heyecanla öpüyorum. Şeyh beni uyarıyor: “Yavaş öp!”
Moralim bozuk bir şekilde sıradan çıkıyorum. Neticede Şeyh’in azarını yedim. Neredeyse ağlayacağım… Fakat Şeyh’in benimle konuştuğunu gören müritler bana hayranlıkla bakıyor. Bir çocuk olarak anlamaya çalışıyorum. Babamın yanına kalabalıkları yararak gitmeye çalışırken beyaz sakallı ve yaşlı bir mürit, sanki hissettiklerimi anlamış gibi kulağıma, “Çok şanslısın! Seyda seni sevdi ki seninle konuştu!” diyor. Çocuk aklımla anlayamadığım o hayran bakışlar şimdi yerine oturuyor: Şeyh’in size azar çekmesi bile bir şükür sebebi!
El öptürme bittikten sonra tarikata yeni girenler için bizzat Şeyh tarafından “Tövbe Alma” seansına geçiliyor. Şeyh ile bir şekilde temas sağlanıp tövbe alma başlatılıyor. Şeyh yüksek sesle konuşup, arkasından müritleri söylediklerini tekrarlıyor. Bu esnada hüngür hüngür ağlayanlar, bağıranlar, “cezbe” adı verilen bir kendinden geçme haline tutulanlar…

Tövbe alma ile birlikte artık tarikata girmiş oluyorum. Bir mürit bana gururla bakıyor; “Ben de senin yaşlarında girmiştim” diyor. “Vekil” dedikleri birisi tövbe alanları ayrı bir alana toplayıp yapılacakları anlatıyor. İstemsizce ağladığımı fark ediyorum. Atmosfer, Şeyh’in konuşmaya layık gördüğü biri olmak, tövbe alma seansı ile günahlarımın temizlenmesi (9 yaşındaki bir çocuk ne kadar günahkâr olabilirse) üst üste geliyor ve ağlıyorum. Vekil pek umursamadan talimatları veriyor. Ve tarikat yolculuğum başlıyor.
17 Mayıs 2000
Galatasaray-Arsenal UEFA finalini izliyoruz. Maçı izlerken sürekli bildiğim duaları okuyorum ve tarikat geleneğindeki, “Bir mürşit müridinden daima haberdardır ve her yardım istediğinde gelir” öğretisi doğrultusunda maç boyunca “Himmet ya Seyda” diye Şeyh’i Galatasaray’ın galibiyeti için yardıma çağırıyorum.
Maç penaltılara kalıyor. Ve UEFA şampiyonluğu kupasını getirecek olan penaltıyı Popescu atmak üzere topun başına geliyor. Hemen “Mürşit Rabıtası” yapıyorum. Yani Şeyh’i gözünün önüne getirmek… Penaltıyı Şeyh atıyor ve sonrasında sadece spikerin şu sözünü hatırlıyorum: “Allah’ım! Kupa bizim!”

Temmuz 2007
Adıyaman-Menzil tarikatında yaşanan ayrılığın üzerinden 4 yıl geçmiş. Bir önceki Şeyh Muhammed Raşit Erol’un kardeşi Abdülbaki Erol, Adıyaman – Menzil’in liderliğini yaparken; Raşit Erol’un oğlu Fevzeddin Erol ise Sivrihisar’da ayrı bir kol oluşturuyor. Sivrihisar koluna mensup olarak yola devam ediyorum.
O dönemlerde Ülkücü fikre sahip birisi olarak amansız bir AKP ve Erdoğan muhalifiyim. Her ne kadar Adıyaman-Menzil’in AKP ile olan işbirliği ve sağlık-enerji bakanlığındaki kadrolaşmaları herkesçe malum olsa da, gerek zihnimdeki gerekse de sahadaki siyasi kavgama bu durumu dâhil etmiyorum. Ki zaten Sivrihisar kolu da her ne kadar çoğunlukla AKP’ye yakın olsa da Adıyaman-Menzil kadar aleni bir destek ilan etmiyor.
Hatta yeni Şeyh kime oy verdiği bilinmemesi ile meşhur. Tarikat-siyaset dengesine önem veriyor. Zaman zaman sohbetlerinde Alparslan Türkeş ve Muhsin Yazıcıoğlu ile ilgili anılarını ve hoş hatıralarını anlatması da ayrıca hoşuma gidiyor. Bu durum da AKP muhalifliği ve tarikat mensubiyetim ile çelişmediği için sorun yaşamıyorum. Ve AKP, 27 Nisan e-muhtırası ve cumhuriyet mitinglerinin yarattığı muhafazakâr-mütedeyyin alerjisini de arkasına alarak tarihi bir başarı elde ediyor.

2010
Dücane Cündioğlu bir programda uzun bir süre ortalıkta gözükmeme nedenini, “Kendimi okumaya verdim; çünkü çocukluğumdan bu yana bana öğretilenlerin doğruluğunu kontrol etmem gerekiyordu” şeklinde açıklamıştı. Ben de öyle bir dönemden geçiyorum. Türkiye’deki bütün tarikatların iktidar ve para ile tanıştıklarında dönüştüğü yeni duruma hayret ediyor ve bir yerde de kinlenmeye başlıyorum. Bir hayal ile kandırılmış, aldatılmış hatta kullanılmış hissediyorum. Kendimi “protestan” İslam düşünürlerinin kitaplarına ve Kuran tefsirlerine veriyorum.
Okudukça Müslümanlığımın arttığını ama tarikata olan bağlılığımın azaldığını gözlemliyorum. Şeyh’i ziyarete gittiğimizde eğer bir bakan veya milletvekili geldiğinde (hangi parti olduğunu belirtmeme gerek yok) Şeyh’ten olağanüstü bir değer görmesi; müritleri Şeyh ile konuşamazken, el öpmek için sıraya girerken bakan ve milletvekillerinin rahatlıkla Şeyh’in yanı başına oturma sahneleri, yapmış olduğum sorgulamalara destek veriyor. Yaşadığım ilçede Şeyh’e sıkı sıkıya bağlı bir müridin cenazesine Şeyh gelmiyor. “Bir mürşit müridinden haberdardır” palavrası da kalbinin temizliğine inandığım müridin cenazesinin üzerine atılan toprakların altında kalıyor. Kararımı veriyorum: Artık tarikat mensubu değilim.
Ve Bugün
14 yıllık tarikat geçmişimi bir yazıya sığdırmak zor. Tahmin edilebileceği üzere anlatmadıklarım, anlattıklarımdan çok daha fazla.
Cat Stevens (Yusuf İslam)’ın Father and Son şarkısında bir baba ile oğlu arasında geçen konuşmaları anlatır. Baba sürekli olarak çocuğuna nasihatte bulunur ve ona bir nevi “ayar” vermeye çalışır. Fakat şarkının finali oğlunun sözleri ile biter. Ben de yazımı bununla bitirmek istedim:
“Bildiğim şeyleri içimde tutmak zor. Fakat onları görmezden gelmek daha da zor.
Eğer doğru olsalardı kabul ederdim. Ama biliyorsun; onlar ben değil.
Şimdi bir yol var ve gitmek zorunda olduğumu biliyorum.
Biliyorum; ve gitmek zorundayım.”