Cumhuriyet dönemi tarihini çalışanlar veya entelektüel düzeyde ilgi duyanlar “Ziya Hurşit” ismi geçtiği anda İzmir Suikastı meselesini hatırlayacaklardır. Atatürk’ü öldürmek için görevlendirilmiş olan Ziya Hurşit, son anda diğer elebaşı Giritli Şevki’nin ihbarı ile yakalanır. Sonrasında Atatürk ile görüşmek ister. Şevket Süreyya ve Falih Rıfkı’nın anlatımı ile bir katil ve maktul adayı arasındaki konuşma, aşağıda belirtildiği şekilde geçmektedir.
-Ziya Hurşit Bey! Uzun bir zaman teşriki mesai etmiş değil miydik? Bir gaye uğruna çalışmadık mı?
-Evet paşam!
-Nedir bu suikast? Hem de şebekenin elebaşısı, ruhu imişsiniz öyle mi?
-Öyle, doğrudur! Suikast yapmaya geldim. Amma kuvvede kaldı. Fiile çıkmadı.
-Sizden bunu beklemezdim.
-Dünya beklenmedik şeylerle doludur Paşam! Ne yapayım ki, karşınızda bu vaziyette suçlu olarak bulunuyorum. Ne diyebilirim?
Sonrasında Ziya Hurşit Atatürk ile yeniden görüşür ve af diler. Atatürk cevaben “Ben müdahale edemem. İş mahkemede çözülecektir.” demiştir.
14 Şubat 2023 Salı günü Milliyetçi Hareket Partisi lideri Devlet Bahçeli’yi dinlemeye çaba gösterirken aklıma bu anekdot geldi. Bir haber sitesi bugün Devlet Bey’in konuşmasında kullandığı bazı hitap şekillerinden seçmeler yapmış: “Akbabalar, kanı bozuklar, haşaratlar, işbirlikçi sefiller, müfteri ve müfsitler, simsarlar, izansızlar, menfaatperestler, aymazlar, asalaklar, alçaklar, sahtekârlar ve mikroplar.” İşin daha da tuhaf yanı, Devlet Bey bu konuşmaları prompter’dan okuyor! Yani bu hitaplar önceden hazırlanıyor, belki Devlet Bey kürsüye çıkmadan önce birkaç kez bu konuşmaları prova yapıyor ve bu kelimelerin arasına yerli ve milli ifadeleri de ekleyerek Salı günü kürsüden üç hilali dalgalandırıyor. Aslında bir senaryo uydursak ve desek ki “Devlet Bey bu hitapları kendisini öldürme teşebbüsünde bulunan birisine yapıyor”, pek sırıtmaz sanki. Hatta hak bile verebiliriz.
Yukarıdaki varsayımı bir kenarda tutalım ve Atatürk’ün kendisini öldürmek isteyen birisi ile yaptığı konuşmaya bakalım; “Bey”, “Sizden bunu beklemezdim” hitapları ve diyalog esnasında karşısındaki kişiye en ufak bir saygısızlık, itham ve aşağılama yok!
O halde aklıma bir soru geliyor: Ya Devlet Bey bu hiddeti ile ya da Atatürk bu nezaketi ile fazla abartıyor! Acaba hangisi?
Gerçi bu tarz kürsü konuşmaları Devlet Bey’in ilk konuşması değil. Hatırlarsanız Devlet Bey’in bu tarz konuşmalarına yönelik 2010 yılı merkezi yönetim bütçesi toplantısında -o zamanlar başbakandı- Tayyip Bey, “Devlet Bahçeli konuşurken çocuklarınızı ekrandan uzak tutun.” demişti. Hoş, sonrasında da biz Tayyip Bey’den “sürtük” lafını duyduk.
Devlet Bey’in bu öfkesini anlamak istiyorum. Üniversite hayatını ülkü ocakları içerisinde geçirmiş ve hayatımın en güzel yıllarında “liderim” hitabı ile peşinden gittiğim birisini; şimdi o yıllara dönüp baktığımda “keşke yapmasaydım” hayıflanmalarımı da bastırmaya çalışarak anlamak istiyorum. Neden bu kadar öfkeli? Ki Sinan Ateş cinayetini işleyenlere karşı bu kadar öfkelenmemişti… Nedir bu öfke?
Biraz geçmişe gidebiliriz. 1970’lere örneğin. Şu an Türkiye’yi yöneten siyasetçilerin üniversite yıllarını geçirdiği ve ideolojik altyapılarını besleyen döneme… Ve bu dönemde tabi ki Necip Fazıl Kısakürek karşımıza çıkıyor.
Necip Fazıl Kısakürek hem Millî Görüş hem de Milliyetçi Hareket için önemli bir figür. “Düşmanıma” isimli kısa şiirinde şöyle hitap eder:
“Ey düşmanım! Sen benim ifadem ve hızımsın,
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın!”
Wilhelm Schmid’in Düşmanlığın Faydaları isimli kitabının “Düşmanların Muhtemel Yararları” bölümünden bazı alıntılar paylaşmak istiyorum:
“Düşmanlık hayatta dayanak ve yönelim sağlar, çünkü olumsuz bir değer olmakla beraber bir temel izlek gibi hayatın evrelerini veya tüm hayatı katederek sürekliliğin teminatı olur.”
“Diğer insanları sevebilmek ve onlar tarafından sevilmek, şimdi özel bir değer olarak temayüz eder: Düşmanlığın olumsuz tecrübesi, sevginin olumlu tecrübesinden yeniden çok şey kazanmayı sağlar, oysa karşıtını tanımayan ve namütenahi tasarruf edilebilen bir sevgi, çok kolay değersizleşir.”
“Düşmanlarının benliğimize büyük, hatta neredeyse dostların gösterdiğinden bile büyük bir dikkat göstermesi de bir memnuniyet sebebidir. Düşmanlar adeta öyle kolay da kurulamayan insanüstü kuvvetleri uyandırırlar ve hayatında bir motivasyon sıkıntısı, çalışmasında bir ilham eksikliği hisseden herkes minnetle bundan istifade edebilir.”
1969 yılı itibarı ile siyaset sahnesine çıkmış olan Milliyetçi Hareket Partisi ve bu partinin lideri “başbuğ” Alparslan Türkeş’in önderliğinde Ülkücü Hareket’in temel varoluşsal problemi ve belki de paradoksu, yukarıda bahsettiğim “düşman gerekliliği”dir. Galiba Ülkücü hareket için bir düşman olmazsa olmaz. Burada karşı tarafın düşman olarak nitelendirilmesindeki haklı veya haksız nedenlere yönelik konuşmayacağım; ancak Ülkücü Hareket ve Alparslan Türkeş’ten sonraki lider Devlet Bey için de bu bilerek veya bilmeyerek “karşı tarafa bir düşman konarak heyecan ve motivasyonun yükseltilmesi, varoluş amacının belirlenmesi” geçerli gibi görünüyor. Bir dönem şartlar Tayyip Bey’e düşmanlıktı, bugünkü şartlar ise Tayyip Bey’e karşı olan her şeye düşmanlık… Ve “coğrafya kaderdir” klişesinin de burada devreye girdiğini görmekteyiz; bu ülke düşman bulmakta hiç de zorlanmayacağınız bir tarihe, sosyolojiye ve psikolojiye sahip (maalesef).
Devlet Bey’in öfkesini bu açıdan bakarsak anlayabiliyorum ve liderliğini yaptığı ideoloji açısından faydalı görüyorum. Fakat aklıma biraz hınzır bir soru geldi:
Bir an için Devlet Bey ve partisini/teşkilatını alsak ve Finlandiya’ya getirsek, “burada 1 yıl siyaset yapacaksın” desek… Yine de düşman bulabilir miydi?
Size bırakıyorum.
Fotoğraf: Daniel Sandvik