Temmuz 2021’de felaket diyebileceğimiz orman yangınları yaşadık. Tıpkı bugün deprem bölgelerindeki ihmal ve yetersizlikleri tartıştığımız gibi orman yangınlarında da yapılan ihmalleri, görülen eksiklikleri tartıştık. Fakat o günlerde en az yangın felaketi ve yetersizlikler ile birlikte gündemde olan başka bir konu daha vardı: Sayın Erdoğan’ın çay fırlatma seremonileri.
Aslında bu çay fırlatma meselesi çok daha önce başlamıştı. Benim ilk hatırladığım örnek, bir vatandaşın Erdoğan’a “Evimize ekmek götüremiyoruz” demesi üzerine Erdoğan’ın “Bu laf bana abartı geldi. Al bu keyif çayını iç” diyerek vatandaşa cevap vermesi ve çay atmasıydı. Sonra uzun bir dönem Erdoğan çay fırlatma seremonilerine devam etti. Özellikle de yangın ve sel bölgelerinde bunu ısrarla yaptı. Yazımı bu çay seremonilerine ayırmadım tabii, ancak bu seremonilerin neden yapıldığına dair okuduğum en “güven veren!” açıklama, “Çay, Adem peygamberimizin tövbesi kabul edilince gözünden akan yaşın düştüğü yerde yetişen bir bitkidir. Onun için içince huzur verir, mutluluk ve rahatlama verir. Bunu bilen padişahlarımız zor durumda olan halkına ziyarete gittiğinde muhakkak dağıtırmış.” şeklindeydi… Neyse.
Muhalif arkadaşlar ile bu konuyu tartışırken kendileri hep Erdoğan’ı suçlamışlardı. “Bu nasıl bir hareket” diye… Ben de, bana yönelecek öfkeyi göze alarak şunu söylemiştim: “Peki, o çayı kapmaya çalışanın hiç suçu yok mu?” Yani felaketlerin yaşandığı, daha 1 saat önce yangın ve sel ile yüzleşmiş olan vatandaşların, Sayın Erdoğan’ın “mübarek” ellerinden kendilerine fırlatılan çay paketini kapmak için birbirlerini itmelerine ne demek lazım? Bir yerde aslında Erdoğan’a o çayı fırlatma rahatlığını veren vatandaşımız değil mi?
Mesela, Almanya’da Şansölye bu tip bir durumda vatandaşına çikolata fırlatabilir mi? Ki Almanya, siyasi tarihinde eski cumhurbaşkanı Christian Wulff’un 500.000 Euro yolsuzluk iddiası (Almanya’da orta sınıf bir ev parası) nedeni ile istifa etmek zorunda kaldığı, bir festivalde yaptığı 700 Euro’luk masrafı başkasına ödetmek “suçundan” mahkemeye çıktığı bir ülke.
Özetlemem gerekirse, politikacı dediğimiz kişiler de halkın içinden çıkmıyor mu? Halkın demokrasi, özgürlük, hukuk, hesap sorma ve hesap verme, utanma seviyesi ne ise yönetici de istatistik hatası ile (-10)-(+10) olsun benzer bir kafa yapısına sahip. Ve tekrar soruyorum, çayı kapmaya çalışanların suçu yok mu?
Bütün bu olanlara “Demokrasi” kavramı üzerinden bakalım. Basitçe Demokrasi, “Demos” (halk) ve “Kratos” (egemenlik) kelimelerinin birleşiminden oluşur. “Halk egemenliği” anlamına gelir. Bilinen manada demokrasinin tarihi Antik Yunan’dan başlar. Bu nedenle de demokrasi üzerine yapılan tartışmalarda ilk karşımıza çıkan kişiler Antik Yunan’ın üç önemli filozofu, Sokrates, Platon ve Aristoteles’dir. Fakat bu üç filozofun ortak noktası, bugün idealize ettiğimiz demokrasiye karşı mesafeli olmaları. Birkaç alıntı yapmak gerekirse:
Sokrates: “Demokrasi’nin çok eksiklikleri ve hataları vardır. Toplumsal kararlar; deneyimli, bilgili ve eğitimli insanlar tarafından alınmalıdır. Herkes devlet yönetimine karışırsa çoğunluğun aklıyla ‘rastgele’ kararlar alma riski ortaya çıkar.”
Platon: “Bir panayırdır demokrasi; beğen, beğendiğini al! Kendimize halkın dostu dedirtmek yeter. Saygısızlık nezaket olur; kargaşa hürriyet, israf cömertlik, yüzsüzlük de yiğitlik. Eğitimsiz kitleler ile demokrasi yönetilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer, demagoglardan da diktatörler çıkar.”
Aristoteles: “Demokrasi, insanların sayı çoğunluğuna dayanarak dilediğini yapmalarından başka bir şey değildir. Demokrasi, cahil kitlelerin egemen olduğu bir yönetim şekline hızla dönüşebilir.”
Bu üç örneğin ortak noktası, demokrasi eleştirisinin merkezinde halkın yer alması. Yani kısacası, halk ne ise demokrasi de o demektir.
Dolayısıyla, bugün deprem felaketi ile birlikte öfkemizi yönelttiğimiz kim varsa, bir an için öfkemizi alıp kendimize yönlendirip şunu sormalıyız: Bütün bu yaşananlarda “benim” ne kadar rolüm, katkım var?
Deprem sürecinde haklı isyanlarını hakarete varmadan dile getirenlerin rahatlıkla gözaltına alınmasında katkım var mı?
155 yıllık mazisinde görev alanlarından birisinin de “Afet Yönetimi” olduğu kurumun başkanı; felaket anında ve insanların barınma ihtiyacı olduğu bir dönemi anlatırken, rahatlıkla “çadır stoklanmasının ve bunun ticari faaliyete konu olmasının hiçbir sorun oluşturmadığını” açıklarken, bunda benim suçum var mı?
Ülkenin lideri ve ittifakının en önemli destekçisi siyasi liderlerin “namussuz, adi, alçak, sefil, hain” vb. kelimeleri vatandaşlara rahatlıkla sarf etmesinde benim bir kabahatim var mı? Bu rahatlığı nereden buluyorlar?
Ülkenin din işlerinden sorumlu yüksek kurumunun; depremzede çocukların evlatlık alınmasına dair görüşü sorulduğunda, üzerine bir de “Evlat edinenle evlatlık arasında evlenme engeli yoktur” şeklinde -sorulmadığı halde- görüş beyan etmesinde benim duruşumun bir etkisi var mı?
Bütün bu sorulara yönelik “iyi de; bunları ben desteklemiyorum ki? Ayrıca ben ne yapabilirim?” çıkışlarını yapıyorsak eğer Almanya ile aramızdaki fark nereden geliyor?
“Milli İrade” farkı diyebiliriz. Almanya’da da, Türkiye’de de milli irade çok güçlü. Hatta Almanya’nın bizi “kıskanabileceği” kadar yüksek bir milli irade gücü var galiba… “Halk Egemenliği” olan bir ülkede, yukarıda bahsettiğim olaylar bu kadar rahat gerçekleşiyorsa aklıma başka bir ihtimal gelmiyor.
Fotoğraf: Ryoji Iwata