Birey olarak yaşamın anlam ve amacını sorguladığımız dönemler her daim olmuştur, şu an olmaktadır ve ileride de olmaya devam edecektir. Yaşamın anlam ve amacını sorgularken bize yoldaşlık edenlerden birisi de hiç kuşkusuz Alfred Adler’in aynı ismi taşıyan eseridir.
Alfred Adler, danışanlarının tedavi sürecinde onları analiz etmek amacı ile anılara ayrı bir önem atfettiğini belirtir. Kendi cümlelerinden alıntı yapacak olursak: “Psikolojik dışavurumlar içinde anılar, hepsinden aydınlatıcı nitelik taşır; kişinin zayıf yanlarına ilişkin uyarıları ve belli yaşantıların önemine ilişkin ipuçlarını içerir. ‘Tesadüfi anılar’ diye bir şey yoktur; insan sayısız yaşantıları arasından üstü kapalı şekilde de olsa ileriki gelişimi için önemli olduğunu sezdiklerini alıp anıları konu yapar. Dolayısıyla, anılar bir kişinin ‘Yaşamöyküsü’nü oluşturur; kendi kendisini uyarmak ya da teselli etmek, belirlediği amaca giden yoldan ayrılmamak, geçmişte kalmış deneyimlerden yararlanıp sınanmış bir davranış biçimiyle geleceğin karşısına çıkabilmek için insanın kendi kendisine anlattığı bir öyküdür bu.”
Adler, anıların tedavi sürecindeki önemini belirttikten sonra özellikle “hatırlanan çocukluk anıları”nın altını çizer: “İlk çocukluk anıları ayrı bir önem taşır. Bir kez kişinin yaşam üslubunu, ilk oluşum evrelerinde ve en yalın dışavurumlarıyla gözler önüne serer. Bir çocuğun şımartılmış mı, yoksa ihmal mi edilmiş olduğunu, toplumsal yaşama ne ölçüde hazırlandığını, en sıkı toplumsal ilişkinin kiminle kurulduğunu, ne gibi güçlükler karşısında kaldığını ve bu güçlüklerle nasıl savaştığını ilk çocukluk anılarına bakarak saptayabiliriz.”
Psikoloji ile entelektüel düzeyde ilgilenen birisi olarak -ve belki de biraz haddimi aşarak- Türkiye Cumhuriyeti’ne Adler’in bu kuramları üzerinden bakmak istedim. Türkiye Cumhuriyeti’nin hatırladığı ilk anı ne olabilir? Arkasında savaş, kan, gözyaşı ve mücadele ile doğmuş bir devlet. Yani doğumu bir felaketten kurtuluş ile mümkün olmuş. Devletin hafızası doğduğu günü savaş ve felaket ile birlikte hatırlıyor, anımsıyor.
Sonra neleri hatırlıyorsun diye sorsak? Yeni doğmuş bir cumhuriyet; bir yandan gelişmeye, dönüşmeye ve büyümeye çalışırken bir yandan da savaş ve felaket korkusunu her daim hissediyor. Nitekim sonrasında İkinci Dünya Savaşı yılları; batıdan Almanya, doğudan da Sovyet Rusya işgali ile tehdit ediliyor, fakirlik ve sefalet ile imtihanı devam ediyor.
Bu sıralama uzar gider. Herkes kendince bir tarih okuması yapabilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin dönüm noktası sayılabilecek “anılarını” seçerek kendince istediğine önem atfedebilir tabii ki. Burada aslında kritik olan; soyut, üzerinde yaşayan halk ile somutlaşan devletin hafızasının, üzerinde yaşadığı halka sirayet etmesi. Adler’in tanımlaması üzerinden konuşacak olursak Türkiye Cumhuriyeti’nin “yaşam üslubu”, halkının da yaşam üslubu olarak karşımıza çıkıyor.
Yine Adler’den devam edelim: “…Ruhsal durumun sürekliliği açısından anıların sağladığı yararı günlük yaşamda çok iyi gözlemleyebiliriz. Bir yenilgiye uğrayıp da morali bozulan kişi, geçmişte yaşadığı başarısızlıkları düşünür. Melankolik bir ruh durumunu yaşıyorsa tüm anımsamaları melankoli havası içerecektir. Neşesi yerinde olup da geleceğe güvenle bakıyorsa buna uygun bambaşka anılar seçecektir kendisine; geçmişteki keyifli yaşantıları, iyimserliğini pekiştirecek olayları belleğine davet edecektir. Bir güçlük karşısında kaldığı zaman da bundan farklı davranmayacaktır: Belleğinde öyle anıları bir araya toplayacaktır ki bunlar, kendisini güçlükle başa çıkabilecek bir havaya sokabilsin.”
Bugün yaşadığımız olaylara baktığımızda büyük bir siyasi, ekonomik ve toplumsal krizin üzerine gelen korkunç bir felaket ile karşı karşıyayız. Ölü ve yaralı sayısı, sürekli devam eden sallantılar, barınma ve hijyen sorunları, tedbirsizlik… Kısacası bir kıyamet hali içerisindeyiz. Ancak bütün bu olanlara rağmen psikolojimiz ve toplumsal direncimiz o kadar yüksek ki; düşünüyorum bu olaylar bir İskandinav ülkesinde yaşansa acaba insanlar bu kadar kolayca dirençli kalabilir ve bütün bu felakete rağmen cinnetten uzak durabilir miydi? Zannetmiyorum… Felaketler bizim için bir “felaket” olmaktan daha çok “çözülmek üzere önümüze gelmiş bir sorun” olmuş durumda. Ve hep aklımızda Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu var: “Açlık, sefalet ve savaş ile biz bu cumhuriyeti kurduk.” Nitekim, Adler de kitabında, “Anımsamalar asla yaşam üslubuna bir aykırılığı içeremez.” sözü ile sanki 2023 Türkiye’sini, Türk insanını tarif ediyor.
Bir hususun hakkını teslim etmek gerekiyor: Psikolojik eşiği ve dayanıklılığı çok yüksek bir milletiz. Ancak, artık bu durum ile övünme fırsatını bize verecek olan felaket ve sıkıntılardan uzakta bir hayata, rutine ve düzene geçmemiz gerekmiyor mu? 100 yaşına girecek olan Türkiye Cumhuriyeti felaket anlarında sergilemiş olduğu yüksek psikolojik direnci, bu sıkıntı ve sorunları minimuma indirecek veya bu sorunlar yaşandığında çözüme sistematik şekilde ulaşacak bir düzene geçiş için kullansa daha iyi olmaz mı? Veya geçmişte Kurtuluş Savaşı’nda, bugün de deprem felaketinde gösterdiği yüksek enerji, çaba ve fedakârlığı artık her anlamda sistemli olmak üzerine bir çalışmada ortaya koysa? Yani artık “felaketler bizi bir araya getiriyor”, “bir musibet bin nasihatten iyidir” atasözlerinin “bilgeliğinden” uzaklaşsak ve biraz da bu atasözlerine karşı biraz “saygısız” olsak nasıl olur? Hani sokak röportajlarında 50 yaş üstü insanların “gerekirse kuru ekmek-soğan yeriz” şeklindeki itici çıkışları gibi, bilinçaltında hep bu tetikte olma durumu var. “Kuru ekmek-soğan” yemeye her an hazır olmak… Hatta bu durumu tarif ederken “gerekirse” deniyor. Kuru ekmek-soğan yenecek bir gereklilik… Sayın Erdoğan 2015’te Rusya ile yaşadığımız kriz neticesinde de doğalgaz tedarik sıkıntısına ilişkin, “Biz hayat boyu doğal gazla yaşamadık biliyorsunuz, doğal gazla tanışalı ne kadar zaman olduğu belli. Bu millet çileye alışık bir millettir.” demişti.
Bu dönemde konuşması itici gelebilir fakat geçmiş dönemden gelen siyasi, ekonomik ve sosyal krizin üzerine büyük bir deprem felaketinin ağırlığı ile 2023 seçimlerini gerçekleştireceğiz. Umuyorum ki bu seçimlerde devletin ve toplumsal hafızanın ilk anısına (anılarına) bakış açısını ve yorumlama eğilimini değiştirecek, artık zihnimizin veya bilinçaltımızın arşivinden veya kör noktalarından “çileye alışık millet” , “gerekirse kuru ekmek-soğan” tortularını çıkaracak irade galip gelir.